31 Mart 2008 Pazartesi

İşçi ve emekçiler 1 Nisan’da SSGSS’ye karşı alanlara çıkıyor!


İşçi ve emekçiler 1 Nisan’da SSGSS’ye karşı alanlara çıkıyor!
(31.03.08) - 14 Mart tarihinde Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı’nın geri çekilmesine dönük gerçekleştirilen yaygın eylemlilikler toplumun geniş kesiminde yankı buldu. Eylemlere katılım, sendikal bürokrasinin atıl tablosuna ve mücadele kaçkınlığına rağmen, son yılların en önemli gelişmelerinden biri oldu.

Eylemlere beklenenin üstünde gerçekleşen katılım, Çalışma Bakanı’nın “temel parametreleri tartıştırmayız!” sözünü geri almasını, 2 saatlik iş bırakma kararı alan Emek Platformu ile Çalışma Bakanlığı’nın masaya oturmasını sağladı. Ancak son yıllarda emek cephesinde yaşanan bu yaygın eylemlilik bir kez daha Emek Platformu’nun ihanetiyle yüzyüze kaldı. 24 Mart’ta Çalışma Bakanı’yla gerçekleştirilen görüşmelerde Emek Platformu bileşenleri (DİSK, KESK, TTB, TMMOB, Türk-İş, Kamu-Sen, Hak-İş, Memur-Sen, Türkiye İşçi Emeklileri Derneği, Tüm Bağ-Kur Emeklileri Derneği, TDHB, TEB, TVHB ve TÜRMOB), milyonlarca işçi ve emekçi için yıkım anlamına gelecek olan yasa tasarısının temel maddelerini tartışmaya açtı ve masadan eli boş döndü.

1 Nisan’da saat 14.00’ten itibaren alanlara!

Görüşmelerin hezimetle sonuçlanması üzerine yoğunlaşan taban basıncının da etkisiyle DİSK, KESK, TTB ve TMMOB bileşenleri acil mücadele çağrıları yapmaya başladılar. Emek Platformu’yla yollarını ayıran bu bileşenler, 1 Nisan Salı günü tüm işyerlerinde saat 14.00’ten itibaren iş bırakma kararı aldılar. Bu karar Ankara’da gerçekleştirilen basın toplantısıyla duyuruldu. Aynı gün Ankara'da saat 14.00'de Meclis Dikmen Kapısı önünde de bir basın açıklaması gerçekleştirilecek.

HSGGP’ndan yeni eylem kararları...

Özellikle 14 Mart öncesinde yerellerde etkin bir çalışma yürüten ve önemli eylemlilikler gerçekleştiren Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformları, görüşmelerden çıkan hezimet tablosunu dağıtmak için harekete geçti ve yeni eylem kararları alındı.

Sürece kendi güçleri ve imkanları doğrultusunda müdahale eden yerel platformlar 1 Nisan’da gerçekleştirilecek iş bırakma kararına yüklenecekler ve 6 Nisan’da Kadıköy’de kitlesel bir miting düzenleyecekler.

Yasa geri çekilmezse genel greve genel direnişe!

1 ve 6 Nisan tarihlerinde “Herkese sağlık güvenli gelecek!” talebini daha güçlü bir biçimde haykırmak için kitlesel bir biçimde alanlara çıkmalıyız. Gerçekleştirilecek eylemli sürece rağmen yasa tasarısı geri çekilmediği koşullarda “genel grev genel direniş!” şiarını hayata geçirme kararlılığını alanlarda haykırmalıyız.

“Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır!” sloganıyla, sağlık hakkımıza ve geleceğimize sahip çıkmak için 1 Nisan’da alanlara!





--------------------------------------------------------------------------------

1 Nisan iş bırakma eylemleri yer ve saatleri:
Ankara:

TBMM Dikmen Kapısı önü Saat 14.00.


Adana:

-Saat 12.00’de Balcalı Hastanesi basın açıklaması ve Başkent Hastanesi önüne hareket

-Saat 13.00’te Başkent Hastanesi önünde yürüyüş kolu oluşturma

-Saat 13.00’de Adana Eğitim-Sen önünde yürüyüş kolu oluşturma

-Saat 14.00’de yürüyüş kollarının buluşmasıyla Uğur Mumcu Meydanı'nda kitlesel eylem

İstanbul Anadolu Yakası:

Saat 12.30 Haydarpaşa Numune Hastanesi Poliklinik önünde toplanılıp, Kadıköy İskelesine yürüyüş.

İstanbul Avrupa Yakası:

Saat 12.30 Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Önünde toplanılıp, AKP İstanbul İl Örgütü’ne yürüyüş.

İzmir:

Saat 14.30 Basmane Meydanı

29 Mart 2008 Cumartesi

Dünya Sosyal Forumu nedir?


Dünya Sosyal Forumu nedir?
Wednesday, 14 November 2007


Dünya Sosyal Forumu nedir?


Dr. Darshan Pal*

Öncelikle Dünya Sosyal Forumu’nun gerçek rolünü anlamak için, onun ideolojik temellerine, kuruluşuna, biçimlenme sürecine ve tüzüğüne yakından bakmak gerekir. DSF’nin Temel tüzüğünün 4. maddesine göre “DSF’de önerilen alternatifler, büyük uluslararası şirketler ve onlara hizmet eden uluslararası kurumlar tarafından, ulus devletlerin de onayıyla, yönetilen küreselleşme sürecine bir karşı duruş içindedir.” Fakat “bu alternatifler dayanışma içinde farklı küreselleşme biçiminin dünya tarihinde yeni bir safha olarak yaygınlaşmasını sağlayacak şekilde oluşturuldu” şeklindeki belirsiz (gerçekte ise hiçbir şey olan) bir alternatif sunulmaktadır. 10. Maddede gerçekte sosyalizm ve komünizme karşı olduklarını ifade etmektedirler; “DSF ekonomi, gelişme ve tarihe dair tüm totaliter ve indirgeyici yaklaşımlara ve devlet tarafından toplumsal kontrol adına şiddet kullanılmasına karşıdır…” Varolan sahte demokrasiyi, insancıl bir görünüş ile ilerletmeyi hedeflemektedir:
Komünistlere ve savaşan silahlı mücadelelere kapılarını sımsıkı kapatırken, arka kapıyı mevcut hükümetlerin ve partilerin gerici liderlerinin girmesi için açık tutmaktadır. Bunun için 9. Maddede “Siyasi parti temsiliyetleri veya askeri örgütler foruma katılamaz. Bu tüzüğü kabul eden devlet liderleri veya parlamento üyeleri kişisel kapasitelerinde katılmak üzere foruma davet edilebilirler.” Bu yüzden CPM’nin tüm kodamanları Asya Sosyal Forumu’nun Ocak 2003’teki Haydarabat toplantısına bireysel olarak davet edilmişlerdir.


Tüzükte açıkça DSF’nin yalnızca tartışma (tüzüğün 11. bölümü) forumu olduğunu ve mücadele gibi bir yönelimi olmadığını açıkça ikna etmek için 6. maddede şöyle söylenmektedir: “Forumun katılımcıları, foruma katılanların tümünü ya da çoğunluğunu bağlayan, forumun kurumsal olarak temel pozisyonlarını belirleyebilecek faaliyet önerileri veya beyannameler hakkında, oy birliğiyle bile olsa, kurum adına karar alamaz.” Forum kendini “Bir tartışma platformu olarak DSF, sermayenin hakimiyet araçları ve mekanizmaları, bu hakimiyete direniş yolları, kapitalist küreselleşme sürecinin ırkçı, cinsiyetçi ve çevre düşmanı boyutlarıyla küresel düzeyde yarattığı sosyal eşitsizlik sorunlarına getirilebilecek alternatif önerileri üzerine derin düşünceyi teşvik eden bir fikirler hareketidir” şeklinde tanımlamaktadır. Yani Forum yalnızca tartışma ve daha sonra neşe dolu barış içinde eve gitmek içindir. Aynı zamanda özellikle “halkın yaşamını politik eylem metodu olarak alma arayışındaki örgütlere” engel olur. Ya her gün açlık, ölüm sınırında yoksulluk ve devlet şiddeti ile alınan milyonların yaşamı; ve neden insanoğlu üzerinde merkezileşin dünya düzeni tam olarak tarif edilmiyor? Ya da bu; yalnızca bu olaya samimi olarak katılan kalabalığı –safları aldatmak için ütopik bir hayalden başka bir şey değil mi?
Dr.Darshan Pal
Bir başka deyişle; bu kendine özgü Tüzük, DSF’yi sonu gelmez tartışmalar için boş, verimsiz bir yapıya çevirmektedir. Bugün, bu yapının kökenine baktığımızda, düşüncenin DTÖ Seattle toplantısındaki tarihi mücadeleden sonra “küreselleşme karşıtı” hareketin G-8, Avrupa Konseyi, IMF ve DB toplantılarını fiili olarak kuşatarak güçlenmeye başladığı zaman ortaya çıktığını görürüz. Her başarılı olayla büyüyen çok büyük gösteriler, her toplantının bilfiil savaş kampına dönüşmesiyle emperyalist gangsterlerin bir toplantı yapmayı bile imkansız bulmaya başladıkları bir sürece ulaştı. Bu gösterilere NGO’lar, anarşistler vb. egemen olsa da ve gerçek alternatifler bulunmasa da (ya da sınırlı sayıda olsa da) en azından militan mücadeleler ve polislerle çatışmalar yaşanmaktaydı. DSF bugün, bu gösterileri karşılaşma yerlerinden, zararsız toplantılara ve aynı zamanda cephede mücadeleyi mücadele alanlarından uzaklaştırarak çocukça tartışmalara çevirmenin arayışı içindedir.
DSF’nin gerekliliği
Küreselleşme karşıtı hareket hızla büyürken, DSF fikri 2000’de Avrupa’da yapılan toplantılarda doğdu. Bazı Brezilyalı, Fransız örgütler ve NGO’lar her yıl İsviçre’nin Davos kentinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’na paralel bir Forum düşüncesi geliştirdiler. DSF ilk olarak Brezilya-Porto Alegre’de Fransız örgüt ATTAC (Action for Financial Transaction for the Aid of Citizens) ve onun Brezilyalı ikiz örgütü COB (Organising Brezillian Committee)’un inisiyatifinde bir toplantıda kuruldu. DSF uluslararası sekretaryası ve kapsadığı birtakım örgütler ikinci adım olarak Lula’nın İşçi Partisi’ne (PT) bağlandı. Porto Alegre toplantı yeri olarak seçilmişti; çünkü Porto Alegre’nin başkenti olduğu Rio Grande do Sul Eyaleti PT tarafından liderlik edilen sosyal demokrat bir koalisyonca yönetiliyordu. Bugün, tabi ki PT iktidardadır ve ülkenin başbakanı Lula, DSF’nin bu Şubat’taki 3. toplantısına katıldıktan hemen sonra emperyalist toplantının baş davetlisi olarak direkt Davos’a uçtu.

Enternasyonal Konsey, ATTAC, Latin Amerika Sosyal Bilimler Konseyi, Samir Amin’in Alternatiflerin Dünya Forumu, Cenova Sosyal Forumu, Katolik Kilisesine bağlı önemli örgütler, Troçkist 4. Enternasyonal (Devrimci Komünist Lig)’in Fransız ve Brezilya bölümleri ve İtalya’dan Komünist Yeniden İnşa vb 80 örgütü kapsamaktadır. Avrupalı emsallerine bağlı PT’nin sosyal demokrat eğilimi DSF Uluslararası Sekretaryasının ilk egemen gücüdür. Binlerce NGO kitlelerin büyük kısmının gözünü boyamaktadır.

Bu yüzden DSF, emperyalist küreselleşme karşıtı mücadeleyi yaymaya çalışan, şiddetin tüm şekillerine şiddetle karşı olan, sosyalist alternatifi reddeden ve emperyalist sistemde onun kötülüklerini yok edebileceği ütopik bazı anlayışları geliştiren sosyal demokrasi ve NGO sosyal aktivizm’in bir birleşimidir. Porto Alegre’deki Şubat 2002’deki ikinci DSF’de sürpriz olmayan bir şekilde esas olarak Avrupa’dan, kendi hükümetlerinin neo-liberal ve emperyalist politikalarını destekledikleri bilinen politikacıları, belediye başkanlarını ve meclis üyelerini davet ettiler. Toplantıya Fransa, Belçika ve Portekizli bakanlar katıldı. Bu toplantıda PT’ye bağlı Brezilya Sendikalar Federasyonu (CUT-DSF’de lider konumda olan örgütlerden biridir) ve ATTAC üstelik DSF’den çekilmekle tehdit ederek- ABD tipi terörizm ile ulusal kurtuluş için mücadele edenleri aynılaştıran bir kararı geçirmeye çalıştılar. Bunun temeli Avrupa emperyalizminin rolü konusunda sessiz kalırken ABD karşıtlığı üzerine kuruludur. DSF, Ford Vakfının, BM yardımları ve hükümetler ve emperyalist kurumların sözde aktardığı çok büyük fon kaynağına sahiptir.

“Kaplan”dan “kuzu”ya

DSF’nin sosyal demokratik alternatifinin öncülüğü geliştikçe iktidara geldikten hemen bir ay sonra beklenildiği gibi, çok açıkça IMF çizgisine yönelmeye başladı. Bugünkü Brezilya Başbakanı, tüm yoksul yanlısı retoriğinin ardından, yoksullar için sosyal harcamalara şiddetli bir saldırı başlattı. Lula tarafından Porto Alegre’de büyük gürültüyle açılışı yapılan DSF’nin 3. uluslararası cümbüşünden 15 gün sonra açıkça ilan edildi. PT’nin lideri Lula DSF’nin başlatılmasından birinci derecede sorumludur.

The Economist (15 Şubat 2003)’te bildirdiğine göre İşçi Partisi (PT) Ekonomi Bakanı, her IMF direktifiyle mali açığı kontrol altına almayı planladıklarına dair yeni hükümetin kararlarını açıkladı. Bu plan Brezilya’ya 30 milyar dolarlık IMF borcunun IMF Yeniden Gözden Geçirme öncesinde açıklandı. (Brezilya 250 milyar dolarlık iç borcu (GDP’nin %60’ı) ve 165 milyar dolarlık dış borcu ile iflas etmiş bir ekonomiye sahiptir. ABD, Ağustos 2002’de PT’yi iktidara getiren seçimler arifesinde IMF aracılığıyla Brezilya’ya 30 milyar dolar borç verdi. Bu borç ve bir süre önce alınan 15 milyar dolar da bugün bitmiştir.)

Plan: Yıllık geliri artırmak için petrol ve dizel fiyatlarında büyük bir artış; reel ücretlerinde açık bir düşüşle sonuçlanan, kamu emekçilerinin ücretlerindeki yükselişten kesinti; sosyal refah harcamalarında bütçe hesaplamalarında 3.9 milyar dolarlık büyük bir kesinti; şehir belediyelerinin bütçelerinde %85 kayıp; ve tüm bunların en kötüsü açlık yardımı için yapılan harcamalarda %90 oranında düşüş. Önceki sağcı hükümet tarafından yapılan geçmiş yıllardaki harcamalarla karşılaştırıldığında bile, sözde solcu başbakan sağlık ve eğitim gibi sosyal sektörlerdeki harcamalardan ciddi olarak kesinti yapmıştır –sosyal harcamalar 2002’de GDP’nin %2.4’ü iken bu yıl %2.2’ye düşmüştür.

1 Mayıs öncesinde, Lula yeni bir “hediye” ile ortaya çıktı: kamu sektörü emekli çalışanlarının emekli aylıklarında ciddi bir kesintiye gidilmesini teklif etti. Önceki sağcı hükümet de bunu denemiş fakat geçirememişti. Öneriler kendi partisinin geniş kesimleri tarafından böylesi bir insafsız kanuna karşı isyan bayrağını yükseltmesiyle parlamento huzurundaydı.

Böylece Lula kendinden önceki sağcı hükümetin geçirmeyi beceremediğini başarmış oldu. İkiyüzlü söylemler ve “sol” maskesi altında Lula, kendisini IMF’nin gözdesi yapabilecek aşırı halk karşıtı kanunları geçiriyor. Tamamen açıkça tüm gücünü sarf ettiğinden ve Mayıs’ın ortasında performansını gördükten sonra, IMF, seçimlerin arifesinde 30 milyon dolarlık büyük bir borcu serbest bıraktı. Lula’nın İşçi Partisi ile Basu’nun CPM’sinin aynı sosyal demokrat ikiyüzlülük soyundan geldiği şaşırtıcı değildir.
Hindistan’a niçin bu kadar büyük önem verilmektedir?
NGO gündeminde Hindistan önemli bir bölgedir ve NGO’lar ordusunun Hindistan için büyük planları vardır. Bu planlar öylesine büyüktür ki DSF, ilk kez yıllık toplantısını Porto Alegre dışında, Hindistan Mumbai’de yapmayı planlıyor. Üstelik Haydarabat toplantısından sonra, hiyerarşik olarak çok iyi planlanmış partisiz örgütsel yapı, devlet düzeyinden bölge, blok, taluka ve yerel düzeyde inşa edilmektedir. Amaçları “Tüm ülkede yüz bin tartışma grubu hedefiyle 1000 lokal komite” kurmak. Ve öylesine ileri gidiyorlar ki tartışmalarda tartışma gruplarının durdurulmasının tasarlanmadığını söyleyebiliyorlar. Fakat kitleleri kanalize edecekleri mücadele bu değildi. Diyorlar ki “Hindistan DSF aktivistleri DSF’nin konularının sınırını aşan, ülkedeki mevcut ekonomik ve politik uygulamalar üzerine görüş ve anlayışlarını ortaya koyacak ve bununla birlikte uygun Bakanlıklardan devlet görevlileriyle tartışmalarda söz alacaktır.” Diğer bir deyişle halkın mücadelesini dağıtmayı ve yerine halkı, talepleri için devletle lobi yapmaya iten özel bir amaç ile ülkede çok büyük bir örgütsel ağ inşa etmeyi planlamaktadırlar. Hindistan’da devlet görevlileri ve Bakanlıklar şimdiye kadar halkın problemlerine hiç ilgi gösterdiler mi? Zengin takımına hizmetleri karşılığında ceplerini doldurarak ve sosyal yardım ve refah fonlarını keserek; halka zerre kadar ilgi göstermemişlerdir. Dolayısıyla deklare edilen bu politika ile ASF, onlarla savaşmak yerine yerel hükümet görevlileri ile gizli ilişkilerle işi bitirecektir. Öz olarak kitlelerin büyüyen hoşnutsuzluğunu pasifize etmek ve onları içi boş tartışmalara yönlendirmek için ASF, devlet aygıtının bir yardımcısı olacaktır.

a) NGO’ların önemi:
Yabancılar/devletler/büyük iş kuruluşları tarafından finanse edilen NGO, bazı gelişmerle ilgili işlerde bir avuç insanı içine almaktadır; ülkedeki bu tür örgütler yüz binlerce kitleyi mücadeleden alıkoyarak, onları bazı reform hareketlerine yönlendirmek istemektedir. Küreselleşme milyonları yoksullaştırır ve zengin-yoksul çelişkisini kapitalizm tarihinde görülmemiş boyutlarda derinleştirirken, bu örgütler yalnızca kitlelerin yükselen hoşnutsuzluğunu dağıtmak ve onların öfkelerini zenginlerin para çantalarında eritmek için hareket etmektedirler. Onların “reformları” bile yalnızca mahvolmuş yoksulların küçük bir bölümüne geçici yardım vermektir. Dünya nüfusunun en zengin %1’inin geliri en yoksul %57’sinin gelirine eşittir. ABD’den yalnızca en zengin 13.000 aile 20 milyon ev halkı (Hindistan nüfusunun %10’undan fazlası) kadar gelire sahiptir. Ve tüm dünyada derinleşen resesyonla birlikte kapitalist-emperyalistler kendi krizlerini özellikle de geri kalmış ülkelerdeki ezilen kitlelerin omuzlarına yüklemek istediğinde bu koşullar daha da kötüleşmektedir. Gelecekte, yalnızca ayakta kalanlar bu iktidarlara karşı savaşı derinleştirmek isteyenler olacaktır. Ve bu olması yakın sınıf savaşlarında DSF tipindeki NGO’lar halkların öfkesini savuşturmak için zenginlere kalkan olacaklardır.

Delhi’deki 5-7 Mart 2003 Toplantısı oynanan bu gizli anlaşma tarzının kanıtıydı. Bir NGO (AIWEFA- All India Women’s Education Fund Association) BM bünyesinde “Devlet, NGO’lar ve şirketler arasındaki bağı güçlendirmek” için 3 günlük bir seminer organize etti. “Hindistan’da Gelişme Hedeflerine Ulaşmak İçin Ortaklığı İnşa Etmek!” adı verilen seminere BM’de NGO Bölümü (ECOSAC- Ekonomik ve sosyal İlişkiler Bölümü) Başkanı liderliğinde üç kişilik bir BM delegasyonu katılmıştı. Seminere katılan 40 NGO ülkedeki gelişme hedeflerini yerine getirmek için daha çok NGO’yu BM’ye sıkıca tutunmaya yönlendirmeyi amaçladıklarını açıkça ifade ettiler.

Bu müthiş bir düzendir-bir grup emperyalist çok taraflı kurum, kitlelerin yoksullaştırılmasını ağırlaştırmaya ve tüm sosyal yardım yasalarına son vermeye çalışarak küreselleşme politikalarını uygulamak için iki yönden, geri kalmış ülkeleri sıkıştırmaktadır; bir başka grup emperyalist çok taraflı kurum ise hükümetlerin önceden sosyal yardım için harcadığının küçük bir kısmını onlara vererek NGO’lar sayesinde özelleştirmeyi geliştirmektedir. Burada aynı zamanda, büyük bir oranda kaynaklar halka değil, NGO patronlarının yüksek standartlardaki yaşam biçimlerine gitmektedir.

b) CPI(M)’nin rolü:

NGO’larla birlikte, DSF’nin lider faktörü (gerçekte ise belirleyici faktör) Avrupa ve Güney Amerika’daki sosyal demokrat partilerdir. Haydarabat’ta ASF’de CPM’nin liderlik rolü oynadığını gördür. CPM’nin birçok üst düzey yöneticisi birçok platformda dikkat çekiyordu. Fakat CPM lideri Brinda Kharat açıkça “küreselleşme”ye karşı olmadıklarını ama onun negatif etkilerini yok etmek istediklerini ifade etti. CPM parlamenteri Somnath Chaterjee emperyalist forumların birçok delegasyonunun meşhur üyesi olarak görülmektedir. Ve en önemlisi Batı Bengal’deki CPM hükümeti, DB/IMF/DTÖ emirlerini ısrarla uygulamaktadırlar. Yalnızca emperyalizm yanlısı CPM’nin pratiklerine değil söylemlerine de dikkat edilirse, açıktan politikaları ve davranışları, ideolojik duruşlarını yansıtmakta ve neo-liberal reformların savunucusu olduklarını ortaya çıkarmaktadır.
C.P. Chandrasekhar ve Jayati Ghosh tarafından yazılmış “İflas Etmiş Pazar-Hindistan’da Neo-liberal Ekonomik Reformların On Yılı” başlıklı kitap bu konuda klasik bir örnektir. Bu kitap TINA’nın klasik bir örneğidir; örneğin küreselleşmenin alternatifi yoktur, yalnızca insancıl bir yüz verilmelidir vb.

Bu yüzden kitap “Reformların Yeniden Tanımlanması” (geri çevirme değil) bölümüyle bitirilmektedir. Bu bölümde “…neo-liberal reformların etkileri, dünya pazarlarıyla entegrasyonunun ve Hindistan ekonomisinin şu anki karakteri olan dışarıdan yaralanma olanağının daha büyük boyutta olduğu dönemlerde ortadan kaldırılamaz” denilmektedir. Emperyalizm savunucusu Amartya Sen’den biraz farklı düşünmelerinden kaynaklı C.P.C ve J.G Marksist olduklarını iddia etmektedirler. Fakat emperyalizme tüm insancıl bir görünüm verme iyi niyetleri için bu baylar (ve de bayanlar) “Siyasi politikaların boşluk içinde meydana gelmediğini” anlamayı başaramamaktadır. Emperyalist “küreselleşmenin” krizden büyüyen politik (ve ekonomik) politikaları gerekli kıldığı gibi emperyalist “küreselleşmenin” saldırgan politikaları da bu “insancıl yüze” izin vermez. Krizlerin yönettiği ekonomiler CPC ve JG’nin umduğu reformlara ve diğer benzeri inceliklere izin vermez. Onların anlayamadıkları şey “küreselleşmenin” emperyalizmin liberal değil “SALDIRGAN” yüzü olduğudur. Her nasılsa, kitaptaki önerilerin çoğunluğunun yararı olsa olsa açıkça Hindistan komprador büyük burjuvazisine daha fazla “manevra kabiliyeti” kazandırmak olabilir.

Öyleyse “Gelecek On Yıl İçin Ekonomik Stratejiler”de ne teklif edilmektedir? İlk olarak; “Ülkeye akan yabancı mali sermayeyi düzenlemeye ihtiyaç olduğunu” ileri sürmektedirler. Gerçek bir Marksist için doğru soru yalnızca bu akımın doğası değil, yabancı sermayeye bağımlılık olmalı mı olmamalı mı sorusudur. Sorun yabancı sermayenin ülkeyi soymasına izin verip vermeme sorunudur; sermaye hareketine bir son verip vermeme sorunudur. Ülke içinde gelişmesi için sermayenin düşük değerde kullanışlı hale getirilmesi gerektiği sorunu tartışmaya açıktır.

Ticarete ve pazara müracaat eden CPM teorisyenleri ise sürekli Hindistan pazarını geliştirmek için ihracatın önemini vurgulamaktadır. Bu konuda bunlar neo-liberal ekonomistlerden çok az farklılık göstermektedirler; tek farkları ise “serbest ticaret” yerine “devlet destekli! Piyasa demeleridir. Fakat bu fark da kavramsaldır. Bu “serbest piyasada” devlet ne zaman BPL oranlarının altında buğday ihraç edecektir. Hindistan’da serbest ya da “kontrollü” ağır yükler yüklenmiş ticaret dönemleriyle birlikte “serbest” ya da devletin kontrol etmesinin ne gibi gerçek payı olacak? O kadar ileri gidiyorlar ki “ Başarılı kapitalist sanayileşme dünya pazarlarından izole edilmiş şartlarda meydana gelmez, fakat büyüme stratejisinin bir parçası olarak bu pazarlarla bütünleşmek ister” diyorlar. Tüm bu söyledikleri ihracat gelişmeksizin “sanayileşme” ve “gelişme” mümkün değildir demektir. Toprak reformlarıyla pazarı genişletmek için sahte bağlılık göstermelerine rağmen esas önem verdikleri şey ülkenin sanayileşmesi için ihracat yapmaktır. Aslında toprak reformlarının önemi öncelikle “güçlü bir devlet için sosyal destek” yaratmak ve ancak ondan sonra pazarı genişletmek içindir. Ve bu yüzden Batı Bengal’in çürümüş ve otokratik Panchayat Raj’ı amaçları olarak verilmektedir.

Yoksullara desteğin azaltılması sorununda bile “Maliye üzerindeki zorlamalardan” şikayet ederek kesilmesi yönündeki eğilimi desteklemektedirler. İflasları öylesine derinleşti ki sürekli aynı Dünya Bankası formülünü tekrarlamaktadırlar; PDS’nin (Kamu Dağıtım Sistemi) yoksullar lehinde hedefleri daha iyi olmalıdır. Bu konudaki tüm mantıklarının neo-liberallerinkinden farkı yoktur. PDS’yi “genişletmekten” bahsetmelerine rağmen “Kabul edilebilir sınırlarla PDS’nin böylesi genişlemesinin ekonomi üzerindeki baskısını korumak için, yoksullar lehine, hedefteki sistemi korumak olmalıdır” denilmektedir.

İlk olarak, sözde “Ekonomi üzerindeki baskıları” yoksulların desteklenmesinden gelmemektedir; fakat öncelikle büyük işletmelere yüksek yardımlar, rüşvetçi politikacı ve bürokratlara harcanan aşırı masraflar ve faşist devletini korumak için polis ve askeriyeye harcanan büyük miktarlardaki üretim dışı masraflardan kaynaklanmaktadır. Bu neo-liberalizm savunucuları tüm bu diğer masrafları görmezden gelirken, yoksulların elindeki küçücük gelirlerine göz dikmektedirler. Üstelik büyük işletmeler için büyük vergi afları, şirketlerin vergilerini azaltma, yüksek gelir desteklerinin vergilerinde büyük azaltmalar vb. CPM teorisyenlerinin dokunmayı tercih etmediği “ekonomi üzerindeki baskılar”ın temel nedenleridir.

Tüm bunların dışında, bu kitapta sunulan sonuçlarla emperyalizm destekçiliğini yapan neo-liberal ekonomik reformcular arasında çok küçük bir fark vardır. Ne Batı Bengal ekonomik politikaları ile ne de diğer eyaletlerinkinin arasında çok fark yoktur. Merkezdeki CPI/CPM’nin bir parçası olduğu UF hükümetinin ekonomik politikaları ile kongre partisinin veya NDA liderliğindeki BJP’nin bir farkı yoktur. Ekonomik reform politikalarının kötü bir şekilde vurduğu üyelerini ve etkileri altındaki kitleleri pasifize etmek için daha sık karşı çıkış yapan, iktidarda hak iddia eden “swadeshi” gibi. Bu güçlerin içinden hiçbiri, emperyalizme gerçek anlamda karşı değildir.

NGO/DSF tipi örgütler
NGO ve DSF tipi örgütler, muhalefetin örgütlenmesini istemektedirler. Onlar bu suretle sistemi zararsız, güçsüz bir güce çevirerek korumaktadırlar. Bu nasıl başarılacak?
İlk olarak bu ideolojik bir sorundur. Sınıfsız bir yaklaşım ileri sürmek suretiyle toplumdaki sınıf çelişkileri gerçekliğinin üzerini kapatmaktadırlar.

Şiddetle komünizm karşıtıdırlar ve bugünkü sistemi eleştirirken, peri masalı gibi ütopyalarından başkaca bir alternatifleri de yoktur. Onlar fanatiklik derecesinde şiddete karşıdırlar ve halktan bu sistemi sürdüren canavarlarla uzlaşma yoluyla yüzyüze gelmelerini isterler. Onlar tecritçidirler, yalnızca kendi özel alanları –kadın, dalitler, kabileler, çevre vb.- üzerinde küreselleşmenin etkileriyle ilgilenen her grupla beraberdirler. Bu tür forumlarda yer alan “tartışma” nadiren ideolojik olur –çoğunlukla post-modernist soyut formülasyonların çocukça ezberden tekrarlanmasıyla sınırlandırılmıştır. Marksist argümanlarla karşılaşmayı bile reddederler ve bu tür şeylerin olmasını engellemeyi tercih ederler. Tüm şiddete –“devletçilik”, “parti hiyerarşisi” vb. karşı olsalar da, standart şiddetli münakaşalara başvururlar. Sözde halka yakınlıklarıyla, mikro deneyimleriyle; ve sınırlı dünyaları içinde teoriler üretmekle övünerek yüksek ampirikler olmaya çalışırlar. Bu, boşlukta şato inşa etmeye benzer. Bu şema içerisinde verimli ideolojik “tartışma” olamaz, ancak bir deneyimden diğerine aktarılabilir. Bu, ideolojiyi, özellikle de Marksist ideolojiyi NGO’ların saflarından, toplumun derinliklerinde süren problemlerden uzak tutmak ve bu tür analizlerden sonuçlar çıkarmaktan koruyan en etkili araçtır. Sadece reforme edilebilir bazı kötü etkilerine dikkat eden emperyalizme yüzeysel bir bakışları vardır, ki hastalığı değil semptomlarını yok etmek isterler.

Bu tür örgütlerin oynadığı ikinci rol, halkı mücadeleden uzak tutmaktır. Böylesi büyük hareketlerin gelişmiş dünyanın her yerinde yer almasıyla birlikte emperyalistler panikten mahvoldular ve hareketi zararsız bir kanala yönlendirmek ihtiyacı duydular. Daha da önemlisi, dünyanın geri kalmış ülkelerinde,küreselleşmenin yoksulluğu müthiş derecede artırmasıyla sisteme karşı militan ve devrimci mücadeleler kaçınılmaz hale geldi. Bu yüzden de bu tür çabaların odağı, varolan sisteme karşı süren güçlü silahlı mücadelelerin olduğu Latin Amerika ve Asya’dır. DSF tipindeki örgütler hem gelişmiş hem gelişmemiş ülkelerdeki bu tür mücadeleleri barışçıl kanallara yönlendirmek için sahip oldukları çok büyük kaynaklardan yararlanmaktadırlar. Haydarabat’ta ASF gibi toplantılara katılım küreselleşme karşıtı mücadelede büyük başarı elde etti; ancak ülkedeki çok ulusları hedefine alarak bundan çok daha fazlasını kazanabilirdi. Fakat böylesi bir forumda bu tür bir karar alınamazdı. Ya da küreselleşmenin ülkedeki yüz binlerce çiftçiyi yıkıma uğratmakla sonuçlanan, tarımsal ürünlerin fiyatları üzerine felaket getiren etkisiyle nasıl mücadele edileceği konusunda hiçbir karar alınamazdı. Ya ülkedeki TNC saldırısı yüzünden yerli endüstrinin insafsızca yıkımına ne demeli? Sonra, hem özel hem de kamu sektöründeki küreselleşme politikaları yüzünden işsizlik oranlarının korkunç boyutta yükselmesi ve tüm yeni neslin geleceğinin yok edilmesi üzerine tek kelime tartışma yoktu. Bu tür konular üzerine tartışma yoktu, bunun yerine tartışmalar “Ulus devlet, Demokrasi ve yoksunluk, Barış ve Güvenlik, Din ve Etnik Kimlikler; Demokrasiye Meydan okuma ve daha sayısız temelsiz, bir yere varmayan konular üzerineydi. ASF’de yaratılan atmosfer kuşkusuz katılımcılara başarı duygusu verdi ancak bu bir aldatmacadır.

Üçüncü olarak; gelişmemiş ülkelerdeki bu tür örgütler, ülkedeki ilerici ve demokratik güçlerin gerici güçlere karşı etkili bir Birleşik Cephe’nin oluşturulmasını engelleyerek devrimci yoldan soğutmak istemektedirler.

Onlar diğer ilerici ve demokratlarla aralarına engel koyarak devrimci güçleri yalıtmak istemektedirler. Bir kere bunu başardıktan sonra, bu güçleri sahte bir muhalefet ve çocukça tartışmaların çıkmazına sokacaklardır. Ayrıca çok büyük ekonomik kaynaklarını katılımcılarına kolay bir yaşam vaat ederek, böylece onların mücadele kapasitelerini körelterek baştan çıkarıcı faktör olarak kullanmaktalar. Bir kere bu yaşam tarzının müptelası olunca, çatışma ve risklerden sakınma eğilimine girmekte ve muhalefetin kurumsallaşma yolunda kolaylıkla yer almaktadırlar. Post-modernizmin ideolojisi, devlet karşıtlığı, şiddet karşıtlığı vb. olarak bu NGO tarzı muhalefet için ahlaki tanımlamalar olarak kalır. Bu hastalıktan bir kez etkilendiler mi ellerini devrimcilerden uzak tutarlar. Böylece devrimci yola aktif olarak ya da destekçi olarak katılabilecekler (1960 ve 70’lerde olduğu gibi) yoğun olarak nötralize ve pasifize olmakta ve gericilere karşı mücadeleye ilgisiz kalmaktadırlar.

Dördüncü olarak; DSF, Amerikan karşıtlığı ve diğer emperyalist güçler konusunda sessiz kalmakla diğer emperyalistlerin, özellikle de ASD ile yükselen bir mücadele içine girmekte olan Avrupa’nın bir aracı olarak kullanılabileceklerdir. DSF/ASF içindeki tüm güçler bilinçsiz olarak emperyalistler arasındaki rekabette bir araç haline gelebilir ve bu doğrultuda manüpile edilebilirler. 1970 ve 1980’lerde Sovyet emperyalizminin güç yarışında zayıfladığı süreçte ABD emperyalistleriyle mücadelesinde benzer ilerici güçleri (Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketleri gibi) kullandığı unutulmamalıdır. Kuşkusuz bugünün tek süper gücü ABD emperyalistleri ve onun savaş çığırtkanlığı özellikle hedef alınması gerekiyorken diğer rakip emperyalist güçlerin tuzağına düşmekten sakınılmalıdır.
Bizim tavrımız ne olmalıdır?
Bu güçler tarafından oynanan böylesi bir negatif rol ile, sosyal demokratlar (revizyonistler) ve NGO’lar DSF ve ASF içinde saldırmaktadırlar. NGO’ların daha alt saflarından bir grup içinde “Komünistlerin” kurumlaşmasına kendiliğinden karşı koyuşun yükselmesine ve ülkedeki devrimci güçlerden onları uzak tutmasına bağlı olarak böylesi bir birlik egemen sınıfları memnun etmektedir. Bu, kuşkusuz, hem Brezilya’da ve aynı şekilde Hindistan’da sahnelenen bilinçli bir oyundur. Hindistan’da Haydarabat bu amaç için uygun bir zemindi.

Bu tür forumlara katılan binlerce insan arasında gerçekten değişim isteyen çok sayıda samimi insan vardır. Fakat ASF’nin revizyonist-NGO bileşenleri tarafından örümcek ağı tuzağına düşürülmektedirler. Bunlar bağımsız aydınlar, NGO’ların daha alt sıralarındakiler ve finanse edilmeyen (devlet ve yabancı kuruluşlar tarafından) sosyal örgütler olabilir. Samimi unsurları onlardan uzak tutmak için bu tür yardımları ve arkasındaki emperyalist/kompradorlarla olan gizli anlaşmaları teşhir etmek acil bir görevdir. Onlara katılarak bu tür örgütlerin meşruluklarını büyütmemek, müdahale etmek ve aktif olarak buradaki samimi unsurlara ulaşmak ve devrimci değişim politikaları için onları kazanmak gerekir. Tartışmaktansa, devrimci güçler bu örgütlerle gerçek mücadele içinde birleşmeli ve bu yolla bu unsurları fırsatçı liderlerden uzak tutmalıdırlar.

Bu ancak yaratıcı bir şekilde ASF/DSF politikalarını, gizli rollerini teşhir ederek ve devrimci alternatifi klişe ve dogmatik olmayan bir biçimde sunarak başarılabilir.Bugüne kadar insan düşüncesi kapitalist sistemin yerini alacak sosyalizm ve komünizmden başka bir sistem tasarlayamamıştır. Yalnızca pratikte değil düşüncelerdeki engelleri de aşmak için kapitalizm ve sosyalizm sistemlerinin arasına sınır çekmek açıkça yapılmalı; etrafında hiçbir mistizm olmaksızın sorunlar açık olarak ortaya konmalıdır. Özel toplantılarda görülen büyük gayret bunu ispat etmek için doğru yanıtı bulmak zorundadır. Engelleri aşmak için bilinçli olarak çabalamayanlar oldukları yerde kalırlar, fakat entelektüel samimiyet çizginin sınırsız bırakılmasını istemektedir.

Alternatif açıklanırken, bu güçlerin kendileriyle sosyalizm ve komünizm arasına mesafe koymasında önemli bir faktör olan Sovyetler Birliği ve Çin’deki geri dönüşün kavranması sağlanmalıdır. Sosyalizmin artık bir alternatif olmadığı şeklinde ve varlığını sürdüren emperyalist/NGO propagandasının avı olarak onlar tüm post-modernist teorileriyle yeni bir şeyler aramaktadırlar. Aynı zamanda sosyalizmin bu çürük sistemin tek alternatifi olabileceğini göstererek, daha önceki deneyimlerdeki çatlaklara de değinmek gerekir. Böylece insanlar komünizmin statik/durgun bir alternatif değil, yeni deneyimlerle sürekli olarak zenginleştirilecek bir yol olduğunu anlayabilir.

Haydarabat toplantısına katılan birçok samimi ve dürüst insan küreselleşmeye karşı olan geniş katılımdan etkilendiler. Onlar, emperyalistlerin karakterlerini barışçıl ricalarla asla değiştirmeyeceklerini (geçmiş tarihin de gösterdiği gibi) anlamalıdırlar. Bu, tüm dünyada yapılan büyük savaş karşıtı gösterileri dikkate almaksızın ABD’nin Irak’a yönelik savaşını uygulamasında da gördüğümüz gibi bir kez daha kanıtlandı. Savaş, özellikle dünyanın geri kalmış ülkelerindeki insafsız sömürü vb. yalnızca Bush ve Blair tarafından değil, aynı zamanda emperyalist ekonomilerin tüm dinamik ve ihtiyaçları tarafından da tasarlandı. Bugün olduğu gibi kriz dönemlerinde, emperyalistler her zamankinden daha fazla vahşi olurlar. Bushları, Blairleri ve diğer muhafazakar ve faşistleri ortaya çıkaran objektif koşullardır. Bu şeytanlar dişlerine kadar silahlanmışlardır ve yalnızca gücün dilinden anlarlar. Ancak dünya çapındaki militan halk güçlerinin kitlesel gelişimi ile bu savaş çığırtkanlarının ve faşistlerin elleri kırılabilir. Pasifistler hoş bir atmosfer yaratabilir. Ancak geleceğin yönünü etkileyemeyeceklerdir. Haydarabat’ta bulunan bu samimi insanların dışarıdaki savaş çığırtkanlarına ve fakat aynı zamanda ülkedeki gericilere karşı savaşmak için devrimci güçlerle bir arada olması önemlidir.

Ne yapmalı?

Bu tür yapılanmalara karşı tavrımızı belirlemek için, ilk olarak ve en önemlisi onların gerçek karakterlerini anlamak gerekir. Öncelikle bu tür etkileşimlerde görevimiz konusunda net olmalı ve neler kazanabileceğimizi kesinlikle tanımlamalıyız. Ve son olarak, bunu en iyi nasıl yapabileceğimizi netleştirmeliyiz. Örneğin kazanmak için atılacak politik ve örgütsel adımları doğru belirlemeliyiz.

Planlı emperyalist projeler dahilindeki bu NGO tipi yapıların karakterini kavratarak; onları demokratik ve devrimci hareketlere yönlendirmeliyiz. Bunlar, gerçek devrimciler ve tüm diğer ilerici ve demokratlar arasında çelişki yaratarak, ve genişleterek devrimci Birleşik cepheyi kırmak için bilfiil hareket etmektedirler. Fakat bu tür yapıların liderleri veya finansörlerine rağmen bu tür etkileyici yapıların tuzağına düşen, onlara katılan çok büyük bir kitle samimi ve dürüst olabilir. Bu yüzden görevimiz onların arasından samimi unsurları etkilemek ve anti-emperyalist mücadeleye kazanmaktır.

Bu nasıl başarılabilir?
Tabi ki büyük oranda bu, her olayın mevcut durumuna bağlıdır. Fakat özel bir olayda mevcut müdahale planımız üzerine birkaç nokta konabilir. İlk olarak, ilericilerin büyük bir bölümünü aldatabilmiş olan itibarlarını hiçbir şekilde artırmamalıyız. İkinci olarak, içinde bulunan dürüst unsurları ikna edebilecek bir tarzla, onların rollerini etkili bir biçimde teşhir edebilmeliyiz. Üçüncüsü, etkili ve yaratıcı bir şekilde varolan “küreselleşme” politikalarına uygun bir alternatiflerinin olmadığını ve yarı olgunlaşmış mikro planlarının ütopik karakterini ortaya çıkarabilmeliyiz. Dördüncüsü; bizim sosyalizm alternatifimiz daha önceki iki deneyimin başarısızlığa uğramasından kaynaklı hayal kırıklığı ile karşılanabilir. Onlar tarafından dillendirilen birçok sorunun kültür Devriminde bulunan yanıtları iyi bir başlangıç noktası olabilir.(Örneğin yalınayak doktorlar, ayakları üzerinde durma, görevdekilerin otokratik ve güç hırsı, komünler, vb. partiyi tek bir parça görme; fakat zıtların birliği ve mücadelesi vb. vb.)

Ve son olarak; eğer katılmak yararlı olacaksa, bu ancak tartışma konularını daha anlamlı hale getirmek ve eşzamanlı olarak mücadele programlarını gerçekleştirerek ve boş, verimsiz tartışmalara sıkıştırılmadan olabilir. Aynı zamanda tartışmaları belli bir noktaya odaklanarak, somut kararlar ve eylem kararları alınmasını sağlayarak sahtekar liderler teşhir edilecektir. Bu mümkün değilse, birçok şekilsizden biri olarak içine çekilmektense, dışarıdan güçlü müdahale ve bu katılımın bir biçimi olmamak daha iyidir.

* Tüm Hindistan Halkları Direniş Forumu (THHDF) Başkanı
Çev. ILPS Türkiye Seksiyonu
http://www.solundogusu.net/index.php?option=com_content&task=view&id=131&Itemid=1

Maoistler: “Eşitsiz” Hindistan – Nepal Barış Anlaşması’nı Sona Erdireceğiz


NKP(Maoist) Seçim Manifestosunu Açıkladı
Sunday, 23 March 2008
Maoistler: “Eşitsiz” Hindistan – Nepal Barış Anlaşması’nı Sona Erdireceğiz

Katmandu, 7 Mart 2008

Maoistler, 10 Nisan seçimlerine dair seçim manifestolarını bugün açıkladılar. Manifestoda 1950 tarihli “eşitsiz” Hindistan – Nepal Anlaşması’nın feshedileceği, ülkenin etnik köken temelinde 11 bölgeye ayrılacağı ve kişi başına düşen gelirin on katına çıkarılacağı sözü veriliyor

NKP-Maoist’in [Nepal Komünist Partisi – Maoist] seçim manifestosunda “Bütün eşitsiz anlaşmalar feshedilmeli ve yerlerine yeni anlaşmalar yapılmalıdır,” şeklinde ifade ediliyor ve ek olarak partinin Nepal ile Hindistan arasında imzalanmış “eşitsiz” bir anlaşma olan 1950 tarihli Barış ve Dostluk Anlaşması’nı ortadan kaldıracağı belirtiliyor.

Anayasa Koyucu Meclis seçimleri öncesinde Maoist Başkan Prachanda tarafından açıklanan manifesto, Hindistan’ı “yayılmacı bir güç” olarak tanımlıyor ve ayrıca geçmişte Nepal ile Hindistan arasında imzalanmış olan “eşitsiz” anlaşmalardan bahsediyor.

Prachanda, eğer parti iktidara gelirse, Himalaya halkının kişi başına düşen gelirinin on katına çıkarılarak yıllık 3.000 ABD dolarına ulaşacağını söylüyor.

Ayrıca kırsal kesimdeki her eve elektrik ulaştırılacağını, 10.000 mw [milyon vat] su enerjisi üretileceğini ve Himalaya ülkesine 2 milyon turistin kazandırılacağını belirtiyor.

Müreffeh ve yeni cumhuriyetçi bir Nepal inşa etmek bizim ana hedefimizdir, diyor Prachanda, başkentte 38 sayfalık bildiriyi kamuoyuna duyururken.

Maoistler, federal demokratik cumhuriyetçi bir sistem içinde Cumhurbaşkanının doğrudan seçilmesini ve Başbakanın Parlamento üyeleri tarafından seçilmesini öneriyorlar.

Maoistler ayrıca Geçici Anayasa’da bahsedildiği üzere Anayasa Koyucu Meclis’in ilk toplantısı sırasında 240 yıllık Şah Monarşisini resmi olarak ortadan kaldırarak federal demokratik cumhuriyetçi bir sistemi uygulayacakları taahhüdüne bağlılıklarını dile getiriyorlar.

Prachanda ayrıca Nepal’in etnik köken temelinde 11 bölgeye;Terai’nin ise dil temelinde üç alt-bölgeye ayrılması önerisini getiriyor.

Manifestoda açıklandığı üzere; Newa, Magarat, Tharuwan, Kirant, Tamsaling ve Limbuwan etnik köken temelinde belirlenecek bölgelerden bazısı olacak; Terai ise dil temelinde Bhojpur, Mithila ve Awadh olarak üç bölgeye ayrılacak.

Maoistler ayrıca devleti üç idari birim temelinde yeniden inşa etmeyi amaçlıyor: Merkez, eyalet ve yerel yapılar.

İş aramak üzere yabancı ülkelere giden binlerce Nepalli gencin içinde bulunduğu kötü koşullar hakkındaki kaygılarını dile getiren parti, Gorkha Askere Alma Merkezi’ni kapatarak Nepalli erkeklerin yabancı ordulara katılmak üzere gönderilmesi uygulamasına son vermeyi amaçlıyor.

Manifestoda Nepalli gençlerin ülke içinde nitelikli işleri hak ettiği belirtiliyor.

NKP-Maoist’in başkan yardımcısı Baburam Bhattarai “emperyalist bir güç olarak nitelediğimiz Amerika’ya yönelik duruşumuzu değiştirmedik,” diyor.

“Yabancı güçler Nepal’in bereketli doğal kaynaklarını tekellerine almak istiyor,” şeklinde açıklıyor manifesto.

Sorulan bir soruya karşılık olarak Bhattarai, parti seçimlerde başarısız olsa bile Maoistlerin yeniden silaha sarılmayacaklarını belirtiyor. Halkın kararını kabul edecek ve artık şiddete teslim olmayacağız, diyor.



Büro Raporu

[Kaynak: ZeeNet

Çeviri: Solun Doğusu]

newroz daki polis şiddetinin sorunluları yargılansın


Barış Meclisi: ''Newroz'daki Polis Şiddetinin Sorumluları Yargılansın''
26-03-2008 bianet.org
Türkiye Barış Meclisi, iki kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin gözaltına alındığı Newroz kutlamalarında aşırı güç kullanan güvenlik güçlerine karşı derhal soruşturma açılmasını istedi.
Hakkari'de sivil toplum örgütü temsilcileri, mahalle muhtarları ve siyasi parti temsilcileri Newroz sırasında yaşanan olaylarla ilgili hazırladıkları raporu valiye sundu
15 avukatın imzaladığı ve Yüksekova Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği dilekçede: "bir çok vatandaşa aşırı şiddet uygulanarak ve darp edilerek göz altına alınmıştır" denildi.
Polisin kolunu kırdığı çocuk tutuklandı
Yerel Gazeteciler Yaygın Medyadan İstifa Ettiler


BİA Haber Merkezi - İstanbul
25 Mart 2008, Salı
Türkiye Barış Meclisi, farklı illerde yapılan Newroz kutlamaları sırasında güvenlik güçlerinin katılanlara müdahale etmesi ve aşırı güç kullanmasının "endişe verici" olduğunu söyledi.

Barış Meclisi'nden yapılan yazılı açıklamada, sorumlular hakkında acilen etkin bir soruşturma yapılması istendi.

21 Mart ve izleyen günlerde yapılan Newroz kutlamalarında, güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine iki kişi öldü.

Van, İstanbul, İzmir ve Hakkari'nin de aralarında bulunduğu birçok ilde yüzlerce kişi gözaltına alındı. Hakkari ve Yüksekova'da gazeteciler de polis şiddetine maruz kaldı.

Yürüyüş ve gösteri hakkının Anayasa'da güvence altına alındığını fakat güvenlik güçlerince "keyfi olarak" sınırlandırıldığını söyleyen Türkiye Barış Meclisi, bunun ifade özgürlüğüne yönelik önemli bir engelleme olduğunu söyledi.

Anayasa'nın 34. maddesi, "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir" derken, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu da, "bildirim, toplantının yapılmasından en az kırk sekiz saat önce ve çalışma saatleri içinde, toplantının yapılacağı yerin bağlı bulunduğu valilik veya kaymakamlığa verilir" diyor.

Kürt sorununun barışçıl çözümünü savunan Türkiye Barış Meclisi, Eylül 2007'de yüzlerce akademisyen, siyasetçi, hak savunucusu ve sivil toplum örgütü temsilcisinin biraraya gelmesiyle kuruldu. (EÜ)

**

"Newroz'daki Şiddetten Sorumlu Olan İdareciler Yargılansın"

Ankara Newroz Mitingi Komitesi, "yasaları keyfi olarak uygulayan" valilerin ve polis yöneticilerinin yargılanmasını; İçişleri Bakanı'nın istifa etmesini istedi.
BİA Haber Merkezi - Ankara
26 Mart 2008, Çarşamba
Ankara Newroz Mitingi Tertip Komitesi, bugün Demokratik Toplum Partisi (DTP) il binasında bir açıklama yaparak kutlamalar sırasında farklı illerde yaşanan şiddet olayları nedeniyle İçişleri Bakanının istifa etmesini istedi.

Tertip Komitesi, Ankara ve İstanbul'da barışçıl bir biçimde geçen kutlamaların Siirt, İzmir, Van gibi illerdeyse valiler ve güvenlik güçlerinin "yasaları keyfi olarak uygulaması nedeniyle" şiddetle sonuçlandığın söyledi.

Olaylarla ilgili idari ve cezai soruşturma başlatılmasını isteyen komite, Yüksekova'da öldürülen İkbal Polat'ın cenazesinin kaymakamlıkça gizlice gömülmesini de eleştirdi.

Komite, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nun farklı illerde farklı yorumlandığına da dikkat çekti.

Anayasa'nın 34. maddesi, "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir" derken, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu da, "bildirim, toplantının yapılmasından en az kırk sekiz saat önce ve çalışma saatleri içinde, toplantının yapılacağı yerin bağlı bulunduğu valilik veya kaymakamlığa verilir" diyor.

Hakkari'de valiye rapor

Hakkari'de sivil toplum örgütü temsilcileri, mahaller muhtarları ve siyasi parti temsilcileri Newroz sırasında yaşanan olaylarla ilgili hazırladıkları raporu valiye sundu.

İl Emniyet Müdürü'nün de katıldığı toplantıda konuşan Vali Ayhan Nasuhbeyoğlu, "21 Mart tarihinden bu yana sıkıntılı günler geçiriyoruz. Bu sıkıntıları nasıl aşarız bunun çabası içindeyiz. Vali olarak ilin güvenliği ve huzurunu düşünme zorunluluğum var. Birbirimizi anlama yönünde sıkıntılar olabilir. Bunları aşmak için şimdi burada bir aradayız" dedi.

"Günde 20 saat çalışıyorum. Amacım, Hakkari'yi daha da geliştirmek ve kalkındırmaktır. Bu 20 saatimin 8 saatini güvenlik konsepti için harcıyorum. Güvenliğin ve huzurun olmadığı yerde kalkınma olmaz."

İki kişi öldü

21 Mart ve izleyen günlerde yapılan Newroz kutlamalarında, güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine iki kişi öldü.

Van, İstanbul, İzmir ve Hakkari'nin de aralarında bulunduğu birçok ilde yüzlerce kişi gözaltına alındı. Hakkari ve Yüksekova'da gazeteciler de polis şiddetine maruz kaldı.(EÜ/GG)

**

Yüksekova'da Newroza Müdahale Eden Polislere Suç Duyurusu

Hakkari Barosu'ndan 15 avukatın imzaladığı ve Cumhuriyet Başsavcısına verilen dilekçede avukatlar şöyle dedi: "Yüksekova'da gerçekleşen gösteri yürüyüşüne müdahale edildi; birçok kişi aşırı şiddet uygulanarak göz altına alındı."
Yüksekova haber - Hakkari
26 Mart 2008, Çarşamba
Erkan ÇAPRAZ
Hakkari Barosu avukatları Yüksekova'da meydana gelen gösterilerde polisin kasten insan öldürmeye teşebbüs etmek ve gözaltına alınan şüphelilere işkence ve kötü muamelede bulunduğu gerekçesi ile Cumhuriyet Başsavcılığına haklarında işlem yapılması için dilekçe verdi.

"Aşırı şiddet uygulandı"

15 avukatın imzaladığı ve Yüksekova Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği ilk dilekçede: "23-24.03.2008 tarihinde Yüksekova ilçe merkezinde gerçekleşen toplantı ve gösteri yürüyüşüne müdahale edilmiş ve bir çok vatandaşa aşırı şiddet uygulanarak ve darp edilerek göz altına alınmıştır" denildi.

"İşkence yapıldı"

Gözaltına alındıktan sonra şahıslara Yüksekova Emniyet Müdürlüğü görevlileri tarafından işkence yapıldığının belirtildiği dilekçede, şahıslara yapılan işkenceyle ilgili olarak halen vücutlarının muhtelif yerlerinde bulunan çeşitli yaraların mevcut olduğu ifade edildi.

Soruşturma talebi

Avukatlar, Yüksekova Emniyet Müdürlüğü mensuplarının yapmış olduğu işkencenin gerekli adli tıp uzmanı tarafından avukatların gözetiminde tespit edilmesi ve ilgililer hakkında soruşturma işleminin yapılmasını talep etti.

"Kasten öldürmeye teşebbüs"

Cumhuriyet Başsavcılığına verilen ikinci dileçede ise bir ulusal televizyon kanalı haberlerinde yer alan, bir panzerin göstericiler üzerine sürülerek kasten insan öldürmeye teşebbüs ettiği vurgulanarak şöyle denildi:

"Panzer sürücüsü tespit edilsin"

"Panzer sürücüsü öldürmeye yönelik bütün icrai hareketleri tamamlamış ancak elinde olmayan nedenlele neticeyi gerçekleştirememiştir. Yüksekova Emniyet Müdürlüğünde görevli panzer sürücüsünün tespit edilerek tutuklanmasını ve hakkında kasten insan öldürmeye tam teşebbüsten soruşturma başlatılmasını talep ederiz." (EÇ/GG)





www.savaskarsitlari.org

28 Mart 2008 Cuma

Başörtüsü üzerinden yürüyen iktidar mücadelesi veya siyasal islamı anlamak...

Başörtüsü üzerinden yürüyen iktidar mücadelesi veya siyasal islamı anlamak...
FİKRET BAŞKAYA
Rejimin niteliği konusunda kafa karışıklığı o kadar derin ki, teferrüat asıl sorunun üstünü örtüyor. Yıllardır türban tartışması sürüp gidiyor. Birileri onu bir özgürlük sembolü sayarken, müesses nizamın bekçileri de kendilerini laikliğin teminatı olarak takdim ediyor. Oysa ne türbanın kadın özgürlüğüyle bir ilgisi var, ne de müesses nizamın bekçilerinin [memleketin sahiplerinin densin] laiklikle ilgili kaygıları var. Eğer, siyasal islamcılarla, kendilerini memleketin sahibi olarak gören reel Atatürkçüler arasandaki iktidar mücadelesinde taraf olmak istenmiyorsa, asıl işlevi kitleleri oyalamaktan ibaret olan bu saçma tartışmanın tarafı olmak istenmiyorsa, velhasıl oyuna gelmek istenmiyorsa, birincisi rejimin niteliğiyle ilgili, ikincisi de siyasal islamla [Politik İslam] ilgili kafa karışıklığından kurtulmak gerekiyor. Eğer her kavramın bir içeriği olması gerekiyorsa, Türkiye’deki rejim laik değil. Sadece laik olduğu varsayılıyor veya öyle olduğuna “inananlar” var. Bir rejim birileri adını öyle koydu diye laik olmaz. Laikliğin olmasza olmazı, dinin siyasetten ayrılması, siyasetin din alanına, dinin de siyaset alanına müdahale etmemesidir. Başka türlü ifade edersek, siyaset hiçbir dinî işlev üstlenmeyecek, din de hiçbir politik işlev görmeyecek... Din devletin tam da göbeğine oturtulmuşken, insanların rejimin laik olduğuna inanıyor olmaları tuhaf değil mi? Böyle söylediğinizde Türkiye’nin özel şartları gerekçesi ileri sürülüyor. Elbette Uganda’nın da, Fransa’nın da, Bolivya’nın da özel şartları vardır ama buradaki sorun özel şartlarla ilgili değil. Eğer istenirse özel şartlar ayrıca tartışılır. Bir insanın zatürreye yakalandığını söylemek, o kişinin sağlığıyla ilgili bir durumun ifade edilmesidir ve o illete neden ve nasıl yakalandığından bağımsızdır.
1923’de Cumhuriyeti ilân eden ittihadcı kadro, toplumun temeline dokunmadı, dokunamadı, dokunması mümkün değildi. Toplumsal yapıda bir dönüşüm söz konusu olmayınca, yepyeni bir sayfa açtığını, hârikalar yarattığını söyleyen yönetici elitin, halk kitlelerinin bilincine nüfûz edip, yanılsama yaratacak bir egemen ideoloji üretmesi de mümkün olmayacaktı... Rejim kendini yeni olarak sunmakla birlikte, gerçekten yeni birşeyler yapacak, toplumun temelini sarsacak, bir toplumsal dönüşüm yaratacak ‘güce ve potansiyele’ sahip değildi. Doyalıyısla kendi içi boş aşırı modernist söylemine dayanarak yönetemeyecekti. Öyle olunca da zayıf, kırılgan, inandırıcılığı tartışmalı bir resmi ideoloji üretmeye zorlanacaktı. Fakat uyduruk resmi ideolojinin kitlelerin bilincine nüfûz edip yanılsama yaratma gücü çok zayıf olduğu için, iktidar olabilmeleri, iktidarda kalabilmeleri, geleneksel ideoloji olan dinin yardım ve desteğiyle mümkündü. Bu amaçla din bir iktidar aracı olarak kullanıldı, ihtiyaca göre de manipüle edildi. İslamcılar politik etkinlik sağlamak istediklerinde rejim tarafından bastırıldılar. Ama rejimle ‘uyumlu’ olma yolunu seçtiklerinde de [veya o yolu seçenler] ödüllendirildi. Rejimin kendini zayıf hissettiği 1920’li, 1930’lu yıllarda din bir tehlike olarak sunuldu ve bastırıldı, 1960’lı ve 70’li yıllarda sol hareketin önünü kesmek üzere manipüle edildi. 1980 sonrasında din yeni dönemin ihtiyaçları doğrultusunda [Türk İslam sentezi] yeni bir işleve koşuldu ve yükselen Kürt hareketine karşı kullanıldı [Bu konuda Hizbullah örgütüne yaklaşımı hatırlamak yeter]. Bu yüzden Kemalist rejimin dine yaklaşımı her zaman ikircikli ve çelişkiliydi ve rejim oldum olası dozunu kendi ayarladığı bir “dinci gericiliğe” ihtiyaç duydu. Hem din işe karıştırıldı hem de dinin etkinliği artınca irtica hortladı söylemi dillendirildi. Dini işe karıştıranlarla ‘irticadan’ şikayet edenler aynı odaklardı... Oysa siz dine karışırsanız din de size karışırdı... Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanunun birinci maddesinde: “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı Kurulmuştur” deniyor... Diyanet İşleri Başkanlığı [din işleri bakanlığı demek daha doğru] devlette merkezî bir konuma sahipken, devlet sayıları yüzbine yaklaşan imamların ve diyanet memurlarının maaşını öderken, dış temsilciliklere din görevlileri atanırken, dini eğitimi veren okullar [kuran kursları, imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri] bizzat devlet tarafından açılmışken, Milli Eğitim Bakanlığı’nda din eğitimi genel müdürlüğü diye bir birim varken, din eğitimi zorunluyken, radyo ve televizyonlardan sadece ‘özel günlerde’ değil aralıksız dini programlar yayınlanırken, kızlar için ayrı imam hatip okulları açılmışken, devlet bizzat hac seferleri düzenlerken... Neden birileri çıkıp yüksek sesle bu ne biçim iştir, bu ne biçim laikliktir demiyor? Aslında söz konusu olan laiklik değil, dinin devletleştirimesidir ki, Osmanlı İmparatorluğun’da ve Bizans’ta da durum özü itibariyle az- çok öyleydi... Öyleydi ama Bizans laikti, Osmanlı laikti diyen yok... Denirse de bir kıymet-i harbiyesi olmaz... Böylesine bağnaz bir resmi ideolojiyle şerbetlenmiş diplomalıların [aydın denilen taifenin] zihinsel yeteneklerinin dumura uğraması kaçınılmazdır ve resmi ideolojiyi içselleştirdikleri ölçüde toplumun gerçekliğine yabancılaşmaları da kaçınılmazdır...Öyleyse ‘tartışmanın’ kaynağında ne vardı?
1923- 1946/50 Ebedî Şef ve Milli Şef diktatörlüğü döneminde rejimin dine yaklaşımı bastırma/ ödüllendirme şeklindeydi. Dinî kesimden rejime muhalefet edenler şiddetle ezilirken, rejimle iyi geçinme tercihi yapanlar ödüllendirildi. Mustafa Kemal tarafından mebusluğa [milletvekilliği] tayın edilen şeyhlerin sayısı az değildi. Halk kitlelerinin iradesinin sürece dahil edilmediği tekparti diktatörlüğü döneminde islamcı muhalefet bir varlık gösteremedi. Fakat bir muhalefet odağı olarak din Cumhuriyet öncesinde de vardı. Osmanlı yenilikçi hareketiyle [Nizam- Cedid] başlayan dönemde imparatorluğun yarı-sömürgeleşmesinin derinleşmesiyle, kitlelerin yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi, halk kitlelerinde bir memnuniyetsizlik ortaya çıkarmıştı ve Osmanlı merkezî bürokrasisi içindeki bir kesim de duruma göre bu memnuniyetsizliği kullanarak muğlak bir iktidar mücadelesi yürütüyordu. Yenilikçi Osmanlı eliti halktaki bu tepkiyi irtica olarak görüp bastırırken, kendini de ilericiliğin timsali olarak görüyordu. Oysa ne halk tepkisi “irtica” olarak nitelenebilirdi, ne de “yenilikçi”- komprador Osmanlı elitinin ilericilikle bir ilgisi vardı. Sorun tamı tamına bir iktidar mücadelesiydi... Aynı şimdilerde olduğu gibi... 1946/50’de çok partili sisteme geçilince [aslında söz konusu olan bilinen anlamda bir çokparti sistemi değil, birden çok devlet partisine izin verilmesiydi ve kurulan partiler muvazaa partileriydi...] durum değişti. Siyasi partiler oy almak için dine ve dincilere tavizler vermek zorunda kaldılar. Bu amaçla da tarikat liderleriyle pazarlığa giriştiler. Oy almanın yolu tarikat reislerinden geçiyordu. Fakat sorunun bir de dış boyutu vardı: Türkiye’nin 1947’den itibaren tam bir Amerikan uydusu haline geldiği dönemde, ABD’nin Komünizmi kuşatma stratejisinin bir aracı olarak dinin kullanılması söz konusuydu. ABD Yeşil Kuşak Doktrini dahilinde dinci akımları destekliyordu. Bu iki unsurun diyalektiği sonucu dinin sol harekete karşı kullanılması, siyasal İslamcıların önünün açılmasıyla sonuçlandı ve Necmettin Erbakan’ın Milli Nizâm Partisi böylesi bir ihtiyaçtan doğdu. Burada kritik sorun bütün bunların gerisinde Atatürkçülerin olduğudur, zira her zaman iktidardaydılar... Hem siyasal islamın önünü açtılar hem de onu bir tehlike olarak sunarak kitleleri aldatma yolunu seçtiler. Dozunu kendilerinin ayarladıkları siyasal islamı bir de rejim için bir tehlike olarak sunarak bir taşla iki kuş vurmayı umuyorlardı. Fakat burada bir hatırlatma yapmak uygun olur: İşin içine insan iradesi girdiğinde, başlangıçta güdümlü sosyal hareketlerin, kitle hareketlerinin her zaman güdümlü olmaktan çıkma ‘riski’ vardır. Dolayısıyla laiklik elden gidiyor söyleminin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bu oyundan haberder olmayan, oyuna gelen diplomalıların bir kesimi, söz konusu olanın egemenlerin egemenliğini sürdürmesiyle, rant kavgasıyla ilgili olduğundan habersiz. Velhasıl Siyasal İslamcıların dinle, “laik cephenin” de laiklikle bir ilgisi sanıldığı gibi değil. Türkiye’deki rejimin niteliği söz konusuyken, servete ve zenginliğe giden yol hâlâ siyasetten, dolayısıyla devletten geçtiği için, mücadelenin politik arenaya taşınması kaçınılmaz. Bu amaçla taraflardan biri dini [İslamı], diğeri de nerdeyse bir din mertebesine yükselttikleri laikliği kullanarak iktidar olmak, ranta el koymak, hazineyi ve bütçeyi yağmalamak, ayrıcalıklı konumunu korumak istiyor. Bu bulanık ortamda sıradan insanlara da aldatılmak/oyalanmak düşüyor...
Siyasal İslamı [Politik İslam] nasıl bilirsiniz?
Bir ideolojinin pratik politikaya dönüşmesinin koşulları vardır. Şimdilerde tam bir sosyal/ ekolojik/ kültürel yıkım tablosu ortaya çıkaran neoliberal ideoloji, 1945 sonrasında ‘üretildi’ ama pratik politikaya tercüme edilmesi 1980’lerin başında mümkün oldu. Kapitalizimin ‘yapısal krizi’ [1974-1975] ve sol muhalefetin zaafı neoliberal tezlerin uygulanması için ‘elverişli’ bir ‘ortam’ oluşturdu. Siyasal İslam için de benzer bir durum söz konusudur denebilir ama bir farkla: Modern Siyasal İslam [Politik İslam] İngiliz Sömürgeciliğinin hizmetindeki oriyantalistlerin [şarkiyatçıların] bir fabrikasyonuydu. İngiliz oryantalistleri İslam’da Hıristiyanlıkta olduğu gibi devletin dinden ayrılmasının mümkün olmadığını vaaz etmişlerdi. Siyasal İslamın kurucu babalarından biri olan Güney Hindistanlı Şeyh El Mawdudi [1903-1979] tarafından geliştirilen tezler, Oriyantalistlerin tezleriydi ve Hindistan’ın bölünmesinin gerekçesi yapıldı. El Mawdudi bir Müslümanın İslâmi olmayan bir devlette yaşayamacağını, ancak Müslümanlar tarafından yönetilen bir islam devletinde yaşayabileceğini ileri sürüyordu. Ona göre İslam devletinde laikliğe yer yoktur veya İslam devletinin laiklikle bağdaşması mümkün değildir. Aslında bu tezin hiçbir mantikî iç turarlığı ve inardırıcılığı yok. Aksi halde Hıristiyanlar için de aynı şey söz konusu olurdu. Bir zamanlar Hıristiyanlar da benzer şeyler ileri sürüyorlardı belki de bundan 700 yıl önce Bir Hıristiyan için Hıristiyan olmayan [laik] bir devlette yaşamayı düşünmek bile mümkün değildi. Politik İslamın başka yerlerdeki teorisyenleri Mısırlı Seyyid Kutb, vb. de benzer tezler ileri sürüyorlar. Şeyh El Mawdudi, Hindistan’ın bölünmesinden sonra Lahor’a yerleşti, 1941’de Cemaat-i İslâmî adlı örgütü kurdu ve iktidar mücadelesine girişti. Fakat politik İslam’ın bir aktör olarak sahneye çıkması 1970’lerin sonlarına rastlıyor. Bunun başlıca iki nedeninden söz edebiliriz: birincisi modernleşmeci/ kalkınmacı paradigmanın iflası ve bölgedeki rejimlerin kompradorlaşması; ikincisi de ABD’nin Sovyetleri kuşatma ve çökertme stratejesinde İslamcı örgütleri araçlaştırması ve onlara verdiği kapsamlı destek. Bu vesileyle Suudilerin rolünü de hatırlamak gerekir.
Siyasal İslam, politik bir hareket olarak dini [İslamı] referans alsa da, onu sadece kendini meşrulaştırmak üzere kullanıyor. Dinin kaynaklarına gönderme yapmıyor sadece ritüellerini kullanıyor. Dini tartışmayı şiddetle reddediyor, hiçbir yeni yorum ve açılım önermiyor. Herhangi bir sorun hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorduğunuzda cevabı “Kur’anda var” oluyor. Temel slogan: Çözüm İslamdadır şeklinde. Onlara göre Şeriat tüm sorunların cevabını içeriyor... O halde yeni cevaplar, yeni çözümler aramak beyhudedir. Böyle bir ilkel anlayış aynı zamanda politikanın da inkârıdır zira politikanın bir tanımı da alternatiflerin varlığıdır. Eğer mevcut olanı değiştirmek mümkün değilse, o zaman politikaya da gerek yoktur... Bu yüzden siyasal islam hiçbir sosyal projesi olmayan bir teokrasidir ki, pratikte yaşananlar da öyle olduğunu gösteriyor. Başka türlü söylersek, siyasal islam islami elbise giydirilmiş kapitalizmdir... Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’de bakmak yeter. Siyasal İslamcı AKP beş-altı yıldır IMF proğramını tam bir bağnazlıkla uygulamıyor mu? Öyleyse İslam bunun neresinde? Siyasal İslamın kapitalizmle, emperyalizmle hiçbir sorunu yok. Komprador kapitalizme bir itirazları olmak bir yana onun, dolayısıyla emperyalizmin hizmetinde... Aslında milliyetçiler nasıl iktidar mücadelesinde milliyetçilik söylemini bir meşrulaştırma ve yanılsama aracı olarak kullanıyorlarsa, siyasal islamcılar da dini aynı amaçla kullanıyorlar. Her ikisi de Amerikancı, neoliberalizmle bir sorunları yok, her ikisi de IMF’ci ve özelleştirmeci... Siyasal İslamın iki versiyonu var: Biri Türkiye’deki gibi ılımlı bir de iktidarı şiddet kullanarak ele geçirme perspektifine sahip olanlar var ama iktidar olduklarında yapacakları şey aynı: Kompradorlaşma yolunda ‘ilerlemek’... Siyasal İslam özgürleşmeyi [emansipasyonu] değil, itaati öneren bir cemaatçiliktir...
Tarihte geriye dönüş yoktur. Öyle birşey düşünmek bir hezeyandan ibarettir, fakat arzulanır birşey de değildir ve olmamalıdır. Malûm olduğu üzere 40 yaşındaki adama 8 yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz. Kaldı ki, adına konuşulan kitleler de asla öyle birşey talep etmiyor. Onlar yüzyüze oldukları devasa sorunların çözülmesini istiyor ve çözümü 14 - 15 yüzyıl geride aramak saçmadır. Üniversite’de türban tartşmasına gelince, eğer gerçekten üniversite olsaydı, asla giyim/kuşam, türban diye bir tartışma olmazdı. Olmazdı çünkü üniversite bu dünya’da kıyafetin sorun edileceği bir yer değildir. Önce kışlayı üniversiteye dönüştürmek gerekiyor. Bu tür tartışmalar ancak bilimle ilgilisi olmayan kurumlara özgüdür, dolayısıyla gerçek üniversiteye yakışmaz. Eğer üniversiteler gerçekten üniversite olsalardı, sivil elbiseyle askerlik yapılan kışlalar olmasalardı, bu tür saçma tartışmalarla zaman kaybedilmezdi. Şimdilerde akademi üyeleri bildiriler yayınlıyor. Bu güne kadar neredeydiniz denecektir... Kızların baş örtüsü üzerinden iktidar ve rant kavgası yapanların oyununa geleceğinize, neden bilim namusunun, entellektüel dürüstlüğün bir gereği olarak olup-bitenleri teşhir etmiyorsunuz? Bildiri yayınlamak için mutlaka siyasilerin anayasayı değiştirmesi mi gerekiyordu? Sizin kendi gündeminiz yok mu? Bildiricilere bir önerim var: Türbandan önce bilimi, üniversiteyi, bilim namusunu ve entellektüel dürüstlüğü tartışmaya varmısınız?

KAYNAK:http://www.ozguruniversite.org/baskaya_basortusu.php