19 Nisan 2008 Cumartesi

Uluslararası Vicdani Ret Hareketi


Uluslararası Vicdani Ret Hareketi
19-04-2008
Can Başkent
"Acaba iç savaşta taraf olmayı reddetmek, Kolombiya'da nasıl mümkün olabilmekte? Malum, her iç savaş ülkesinde olduğu gibi, Kolombiya'nın da oldukça zorlayıcı bir askerlik rejimi mevcut. Zira, hem gerillalar, hem paramiliterler hem de resmi ordu zorla silah altına almaktan başka çıkar yol görememekte"
"Bu yazı, umuyoruz ki, vicdani ret hareketine sıcak bakanlara, dünyanın türlü türlü iklimlerinde de benzer mücadeleler olduğunu ve onların da en az yerel hareketler kadar desteğe ihtiyacı olduğunu kanıtlamıştır. En önemli dayanışma sahalarından olan tutsak dayanışması da bu minvalde, elzemdir."

Bu yazıda kimi önemli vicdani ret hareketlerini inceleyecek ve bu hareketlerde yer alan aktivistlerin kimi düşüncelerini aktaracağız. Farkındayız, dünyadaki vicdani ret hareketlerini betimlemek için ciltler dolusu kitap yazılabilir. Bu yazının amacı, kısıtlı sayfa sayısı engeline aldırmadan, kısa da olsa bir çok vicdani ret hareketine değinmek ve bilhassa bu vicdani ret hareketlerini diğerlerinden ayıran noktalara işaret etmektir.

1. Avrupa

Vicdani red hareketlerinin Avrupa'da yarattığı etkilerin izini sürmek için yola çıktığımızda, bir çok durağımız olacaktır. Biz bu yazıda, Almanya ve İspanya'ya yoğunlaşacağız. Her ne kadar coğrafi olarak Avrupa'da yer almasa da, Avrupa ile olan kültürel ve ekonomik bağları nedeniyle İsrail'i de Avrupa bölümünde inceleyeceğiz.

Avrupa'nın, vicdani ret hareketindeki belki de en belirleyici rolü, zorunlu askerliğin doğduğu yer olmasıdır. Bugün anladığımız anlamda, askerliğin zorunlu kılınması, Fransız Devrimi sonrasında Cumhuriyet'in kendini, monarklara karşı koruma gereksinimine dayanmaktadır. 1798'te çıkarılan kanun, kavramsal içeriğini günümüzde hala koruyan vatan savunması borcunu ilk defa oluşturmuştur: "Her Fransız erkek bir askerdir ve ulusunu savunma borcu bulunmaktadır". Her erkek Fransız'ın asker olarak orduya alınmasının, Napolyon Bonapart'ın askeri "başarıları" üzerinde olumlu etkisi olduğu da
kimi defalar ifade edilmiştir.

Öte yandan, Avrupa, yıllar süren vicdani ret mücadeleleri sayesinde, vicdani ret hareketinin de beşiği olmuştur. Birinci Dünya Savaşı'na dek izi sürülebilecek olan Avrupa vicdani ret hareketleri, kazanımlarıyla hala ilham vermeye devam etmektedir (Fakat, sanıyorum hiç bir ülke, tarihte ilk defa 1549'da askerlik hizmeti muafiyetini düzenleyen ve sonra 1922'de de bunu anayasasına alan Hollanda kadar ilham verici olamayacaktır.).

1.1 Almanya
Alman anayasasına göre her yetişkin askerlik hizmeti yapmak zorundadır. Öte yandan vicdani ret hakkı Almanya'da tanınmıştır. Önceleri, sivil hizmet, askerlik hizmetinden uzun sürüyor olmuş olsa da, 2004'ten sonra bu uygulama değiştirilmiştir. Sivil hizmet genelde, anaokulları, hastaneler, rehabilitasyon merkezleri ve huzur evleri gibi kurumlarda yerine getirilmektedir. Dahası, sivil hizmeti yerine getiren vicdani retçi, askeri kışlada yaşamamakta, evinde yaşamaya devam edebilmektedir. Ancak, sivil hizmet çok çeşitli bakış açılarından eleştirilmektedir. Vicdani retçiler, bedava iş gücü olarak, Kızıl Haç gibi bir çok kuruluşun başlıca personelidir. Dahası, Alman ekonomisinin gelişmişliği de, özellikle hizmet sektöründe önemli oranda sözünü ettiğimiz bedava iş gücü imkanı nedeniyle, vicdani retçilere dayanmaktadır. Vicdani ret hareketi içinde uzun yıllar etkin olarak yer almış, Türkiye'yi de yakından tanıyan Jörg Rohwedder, bu durumu şu şekilde özetlemektedir [1]:

"Almanya'daki durum paradoksaldır. [Alman] ordusu yeni askerlerlere çok da ihtiyaç duymamaktadır. Her yıl 400.000 kişi arasından 60.000 kişiyi asker olarak almaktalar. Eğer sivil hizmet yapacak vicdani retçiler olmasa, devlet zorunlu askerliği kaldırmak zorunda kalabilirdi. Her yıl 130.000 genç Alman vicdani retçi olarak tanınmaktadır ve hala ülkedeki ucuz işçilerdir ve bunlar günümüzde, Almanya'da zorunlu askerlikten kurtulmanın önündeki en büyük engeldir. Almanya'da görünür politik vicdani ret hareketi yoktur."

Öte yandan, hareketin tarihine kısaca bir bakıp, Jörg'ün dile getirdiği eleştirilerin, yani Almanya'da zorunlu askerliğin, "zorunlu angaryaya" dönüşmesinin nedenlerini eşeleyebilmek için, Almanya'daki hareketin tarihine kısaca göz atalım. Bunun için Almanya'dan, antimilitarist aktivist Alper'e kulak veriyoruz [2]:

"Almanya'da Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere'deki "radikal pasifistler" ve "genç pasifistler" hareketlerinin etkisiyle, genellikle sosyalizme yakınlık gösteren askerlik karşıtları ve pasifistler belirdi ve (...)1919'da Savaş Hizmeti Karşıtları Birliği'ni kurdular. Ne var ki, birliğin üye ve aktif sayısı iniş çıkışlara rağmen son derece düşük kaldı ve 1933'de Hitler'in seçimlerle iktidara gelmesinden sonra birlik tamamen çözüldü. Versaille Antlaşması ile 1919'da kaldırılmış olan askerlik yükümlülüğü 1935 tekrar getirildi. (...) 1939'da Nazi Almanyası'nın Polonya'ya saldırarak İkinci Dünya Savaşı'nı başlatmasıyla, çok az sayıda da olsa kiliselerinden onay olmaksızın Hitler'e itaat yemini etmeyi ve orduya katılmayı reddeden katolik ve protestan redçiler belirdi. Fakat bu dönemin az sayıdaki vicdani redçilerin büyük bölümü, esasen Yehova Şahitleri'nden geliyordu. 1945'e dek 6 yıllık süre içinde 250'nin üzerinde dinsel motivasyonlu vicdani redçi "milli mukavemeti kırmak" suçundan ölüm cezasına çarptırıldı ve idam edildi. Reddinden vazgeçenlere özellikle eziyet verici koşullarda askerlik yaptırılıyordu. Federal Almanya'daki bugün geçerli olan vicdani red hakkı ilk olarak, askerlik yükümlülüğünün getirilmesinden ve ordunun kurulmasından 7 sene önce, 1949 yılında kabul edildi ve hatta bir anayasa maddesi olarak yürürlüğe girdi. Bu görünüşteki antimilitarist gelişmenin ardında yatan, çokça vurgulandığı gibi savaşın olumsuz deneyimlerinden çok, İkinci Dünya Savaşı'nı yitirmiş olan ve İngiliz, Amerikan, Fransız ve Sovyet orduları işgali altındaki Almanya'da Almanların yabancı ordularda zorla hizmete alınmalarının önüne geçmekti. [Öte yandan,] 1989'a dek varlığını sürdüren Demokratik Almanya, Federal Almanya'dan farklı olarak vicdani ret hakkını tanımıyordu, fakat vicdani redçilerin "işci asker" sıfatıyla bahçıvan, hasta bakıcı, inşaat ve (özellikle 80'li yıllarda da) fabrika işçisi olarak çalıştırılması gibi kabul görmüş bir uygulama vardı. Haklarında çok az şey bilinen Doğu Almanya'daki total redçiler için ise hapis cezası söz konusuydu. (...) 1968'de dönemin öğrenci hareketinin ve Vietnam Savaşı'nın yarattığı etkinin bir sonucu olarak radikal arkaplanlı vicdani redçiler, vicdani redçiliğin karakterini belirler oldular."

Peki, vicdani ret hareketi kazanımlarını bu kadar kolay mı ele geçirdi Almanya'da gerçekten? Örneğin, politik vicdani reddin önünde ne gibi engeller belirdiğini, yine Alper'den dinleyelim:

"Alman devleti, anayasal red hakkının kullanımını çeşitli şekillerde güçleştirdi: Politik gerekçeler kabul edilmiyordu. Nitekim VR hakkını tanımlayan anayasa maddesinde geçen "vicdan" kavramı zaten rastlantısal değildi; hukuki tanımı gereği subjektifti ve politik red şekillerini a priori tanım dışı bırakıyordu. (...) Bugün de geçerli olan prosedüre göre vicdani retçi adayları bunu, özyaşam öykülerine dayanarak ikna edici şekilde ortaya koymak zorundadırlar. (...) Sözlü ve yazılı vicdan sınavlarında VR adayları inanılmaz eylem ve durum kurguları ile karşı karşıya getiriliyor, doğru yanıtı veremeyenler reddediliyordu. (...) 1974'de, Avrupa çapındaki ortaklaşa total red eylemlerinin etkisiyle, Almanya'da ilk olarak total red kavramı belirdi. (...) Total redçilerin sayısı 80'li yıllarda hem Doğu hem de Batı Almanya'da artmış olmakla birlikte, total redçiler, sivil hizmet vicdani redçilerine oranla son derece marjinal kalmıştır ve kalmaktadır. (...) Milli savunma tanımı ve ihtiyaç duyulan ordu tipi, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve bloklar arası gerilimin ortadan kalkması ile tamamıyle değişmiştir. Askere olan nicel ihtiyaç oldukça azalmış olsa da, sivil hizmet yapanlara duyulan ihtiyaç kalıcı bir karakter kazanmıştır. Red gerekçelerini içeren prosedüre uygun olarak hazırlanmış basit dilekçenin sunulması artık sivil hizmet yapmak için çoğunlukla yeterli olmaktadır. Hatta son zamanlarda Almanya'da zorunlu askerliğin tamamen kaldırılması gündemdedir. Bunun en önemli sonuçlarından biri, sivil hizmet sayesinde ucuz işgücünden yararlanan birçok sosyal kurum ve kuruluşun personel açığı yaşaması olacaktır. Bu nedenle askerlik yükümlüğü yerine bir yıllık sosyal hizmet yükümlülüğünün getirilmesi tartışılan alternatifler arasındadır."

Dolayısıyla, Almanya'da militarist sistemin vicdani retçilere getirdiği ve sonrasında angaryaya dönüşen vicdani ret hakkı, Alper'in değindiği gibi "hiç bir zaman radikal bir hareketin getirisi ya da kazanımı olmamıştır". Bu noktada, Bröckling de bize
katılmaktadır. Gerek "Disiplin" kitabında gerekse diğer konuşmalarında da vurguladığı gibi, Bröckling de, vicdani ret hakkının Almanya'da, kazanılan değil verilen bir hak olduğunda bizle hemfikirdir [3].

1.2 İspanya
Almanya'da nispeten erken tanınan vicdani ret hakkının aksine, "Almanya gibi, yerel güçlerin iktidarın çoğunu elde tuttukları federal bir yapıyla İngiltere gibi süper-merkezi bir devlet yapısının ortasında" yer alan İspanya'da vicdani ret hakkı zorlu mücadeleler sonunda elde edilmiştir [4]. "Sivil ölüm", örneğin, bu çetin yolun neden olduğu sorunlardan biriydi. Zizana Kolektifi'nin yazdığı "Nasıl Retçi Olunur" başlıklı broşürde değinildiği gibi:

"Kaçak hayatı denebilecek bir yaşamdır bu.. Polis, teoride, sizi arıyordur, ama pratikte, o kadar da uğraşmazlar: bir çok insan haklarında yakalama emri olmasına rağmen, 3-4 yıl yakalanmadan yaşadılar. Dış dünya ile hiçbir ilişki kurmadan ve yakalanmadan 10 yıl kaçan retçi örneğini şaşırtıcı bulmuyoruz. Gerçeklik farklıdır. Eğer bu durumdaysanız, bir kaç mantıklı önlem alarak hayatınızı normal bir şekilde sürdürebilirsiniz."

Öte yandan, İspanyol vicdani ret hareketi de bu bilinen baskılara karşı kendi direniş yöntemlerini de geliştirdi. 1980'lerin sonlarında sayıları 25.000'i bulan retçi sayısına sahip hareket 1990'lara girildiğinde oldukça etkin eylemler gerçekleştirmeye başlamıştı. Sivil hizmet yapan retçilerin çalıştığı Kızıl Haç merkezi işgali ve bununla birlikte yapılan sivil hizmet boykotları, kışla işgalleri (evet, doğru okudunuz!), açlık grevleri, binlerce kişinin katıldığı, askeri komutanların ofisinden cezaevine dek uzanan insan zincirleri ve blokajlar, İspanyol hareketinin eylemlilikleri denince ilk aklımıza gelenler. Öte yandan, itaatsiz vicdani retçilerin "dalga geçen" eylemleri de, vicdani ret hareketi içerisinde oldukça ilham verici ve eğlendirici olmuştur [4]:

"Askeri yöneticinin binası üzerinde şafak.. Güneş, heybetli kapının ve kapının tüm basamaklarını kaplayan gübre yığını üstünde parlıyordu. Boka saplanmış bir tabela vardı: 'Eğer bok düşünebilseydi, bu askeri tarzda olurdu.' Gizli kamera bir an duraklar.. İyi giyimli bir memur, büyük medya gelmeden önce sökmek için bokların arasından tabelalara ulaşmaya çalışıyor. Klik! Artık çok geç. Fotoğraf ülkenin her yerinde görüldü.

Retçiler alışılmışın dışındaki kampanya yöntemlerinde uzman oldular. Diğer ünlü bir eylem de retçinin kendilerini askeri polise teslim ettikleri zaman yaptıklarıydı. Askeri yöneticinin konutuna gittiler, kendilerini baştan aşağı boyalara buladılar ve sonra uysalca askerlerin gelip bu kaosun içinden geçip kendilerini tutuklamalarını beklediler.

Eğer askeri şiddetin karşısında tamamen savunmasızsak, o zaman gerçekten savunmasız olalım; demişti bir grup. Grup, davalarına sadece boksör şortla gitmişlerdi. Dar görüşlülerin, barış hareketindeki daha önemli öğelerle ilgili mizaha giden yöntemlerle ilgili şikayetleri vardı‚ belki bunlar da devlet görevlileri gibi aşırı ağırbaşlılıktan muzdariplerdi. Ne olursa olsun, güçlünün otoritesiyle dalga geçmek, onların gösterişli doğalarını vurgulayan, güldüren ve de basında kesinlikle yer alabilecek bir yolla yapılıyordu."

Hatta bu yıllarda, İspanya başbakanı vicdani ret hareketine katılanların hapsedileceğini açıklayarak, hareketi engellemeye gayret etmekteydi. Fakat, o yıllarda İspanya'da retçileri hapsedecek kadar hapisane de yoktu! İspanyol vicdani ret hareketinden Cthuchi Zamarra de Villanueva'nın aktardığına göre vicdani ret hareketi dahilinde "(...) sivil itaatsizlik yapan 15 bin kişi vardı ve binden fazla insan da hapisteydi. Bu [hareket içinde] çok büyük bir dayanışma hareketi yarattı" [5].

"Tüm bu eylemlilikler, zorunlu askerliğin 2000 yılında kaldırılmasını sağladı. Öte yandan, vicdani ret hakkı 1978'de İspanyol anayasasına girmişti zaten. Peki buna rağmen, acaba neden, Almanya'da olduğu gibi hareket sönümlenmedi ve daha fazla hak talebi için yoluna devam etti? Cthuchi'ye göre hareketin amacı "hiç bir zaman vicdani ret hakkını elde etmek değildi. [Amaç, aksine,] toplumun demilitarizasyonunu sağlamaktı." Bu minvalde, Cthuchi'den, içinde yer aldığı İspanyol vicdani ret hareketinin, sivil hizmet üzerine neler düşündüğünü sorduğumuzda, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, net bir antimilitarist cevap alıyoruz. Cthuchi'ye göre "sivil hizmet yaparak, savaş çabalarıyla ve orduyla işbirliği yapmaktayız.

1.3 İsrail
Yukarıda yer verdiğimiz hareketlerdekine benzer radikal motivasyonlarla ilerlemiş olan İsrail vicdani ret hareketi, direnişindeki tutarlılık ve politik kapsamındaki çeşitlilik nedeniyle, özel bir öneme sahiptir. İsrail'in militarist tarihini burada incelemeyeceğiz. Fakat, İsrail Devleti'nin "per se" özelliği olan militarizm, Foucault'yu tanıtlarcasına, kendi direnişini de yaratmıştır. İsrail'deki en aktif vicdani ret gruplarından New Profile aktivisti ve Uluslararası Savaş Karşıtları (WRI) konsey üyesi Sergeiy Sandler, İsrail vicdani ret hareketindeki çeşitliliğin nedenini, "vicdani reddi İsrail aşırı sağının da sahiplenmesine" de değinerek, şöyle açıklıyor [6]:

"[Bu çeşitliliğin nedeni], militarizmin İsrail toplumunda işleme yolunda ve zorunlu askerlik hizmetinin bu toplumda varsaydığı konumunda yatmaktadır. Öte yandan, ordu aslında bir çok alanda devletin politikasını belirleyen tek en önemli faktör ve daha önemlisi bu politikaların da uygulayıcısıdır. Dolayısıyla, orduyu protesto etmek, bir çok politik konu ve nedenle ilişkilidir. Ya vicdani retçi olursunuz (ya da daha yaygın şekliyle askerlikten sessiz bir şekilde sakınırsınız/kaçarsınız) ya da protesto ettiğiniz problemin bir parçası olursunuz. Askerlik genellikle, belki de, bireyin yaşamının en önemli bölümü olarak sunulmaktadır. Vicdani retçi olmak, bu bağlamda oldukça güçlü bir duruştur. Böylelikle, yıllar içinde, vicdani ret artan oranda daha verimli, belki de bu ülkedeki en verimli protesto yöntemi oldu. Dolayısıyla, bir çok grubun vicdani reddi kullanmaya başlaması şaşırtıcı değil. Benzer şekilde militarize olan diğer ülkelerde (örneğin Türkiye veya Güney Kore), benzer bir çeşitliliğin gözlenmemesi diğer bir sorudur. Benim tahminime göre bu sadece bir zaman meselesidir. Belki de bu ülkelerde vicdani retçilere ödetilen ağır bedel (İsrail'de hapis cezaları oradakiler kadar uzun değil ve askerlik muafiyeti bir şekilde bu sürecin sonunda verilmektedir), süreci yavaşlatmaktadır."

Sergeiy'in dillendirdiği Türkiye ve Güney Kore militarizminin, İsrail ile benzerliğine dair İsralli vicdani retçi Amir Givol şunları eklemekte [7]:

"İsrail ret hareketi, benzer tür militarizm ile yüzleştiğinden, bir çok açıdan Türkiye ve Güney Kore ret hareketlerine benzemektedir. İsrail'de militarizm çoğunlukla, zorunlu askerlik, sürekli bir savaş/savaş tehdidi hali, seferberlik halindeki sivil toplum ve nükleer silahların varlığı konuları etrafında dönmektedir."

Amir'in değindiği konuların Türkiye toplumunda da görünür olduğunu fark etmek zor değil. Peki, İsrail'in militarizmine karşı vicdani ret hareketinin, bu çerçevede nasıl bir odağı olduğunu sorduğumuzda Amir kısaca şu noktalara değinmekte [7]:

"İşgal vicdani red hareketi için başlıca odak noktalardan biri. İşgalin süregiden adaletsizliği, bir çok İsrailli'nin, ilkesel olarak askerlik hizmetini desteklemesine rağmen, vicdani ret hareketini desteklemesine neden oldu. İsrail zorunlu askerlik sisteminin özgül özelliklerinden biri, kadınların da zorunlu askerliğe tabii olmasıdır."

Şimdi, Amir Givol'ün değindiği kimi noktaları biraz detaylandıralım. Burada, İsrail militarizminin iki özgül noktasına değineceğiz: seçici retçiler ve kadın retçiler. Ama öncelikle, İsrail'deki askerlik uygulamalarına kısaca değinmeliyiz.

İsrail devleti, 1948'deki kuruluşundan beri zorunlu askerlik uygulamasına sahiptir. Tüm İsrail vatandaşları ve kalıcı oturma izni olanlar askerliğe elverişli olarak atfedilmektedir. Erkekler için askerlik 3 yıl, kadınlar içinse 20-21 ay sürmekte, yedeklik hizmeti ise erkekler için 51 yaşına, kadınlar için de 24 yaşına kadar devam etmektedir. İsrail'de yedek askerlik, her yıl bir aylık süren bir eğitimi kapsamaktadır ve yedeklik hizmeti, bu nedenle İsrail savunma politikasının önemli bir bileşeni konumundadır. Genelde 35 yaşını aşmış erkekler, tıbben uygun olamayabilecekleri için bir aylık yedek eğitimine çağırılmamaktadırlar. Kadınlar ise, kural olarak yedek eğitimine alınmamaktadırlar. İsrail Milli Savunma Hizmeti Kanunu'na göre, askerlik muafiyeti ancak "eğitim, ulusal ekonomi, güvenlik gerekçesi, ailevi nedenler ve diğer nedenler" altında mümkündür. Bu kanun, pratikte ise, tıbbi askerlik muafiyeti durumuyla adli suçlulara yönelik konularda uygulanmaktadır. Fakat, vicdani retçiler de bu kanuna göre muafiyete elverişli olduklarını iddia etmişler ve 'Vicdan Komitesi'ne başvurmuşlardır. 'Vicdani Nedenlerden Dolayı Askerlik Hizmetinden Muafiyet Komitesi', 1995 yılında ordunun kurduğu ve vicdani ret başvurularının incelendiği bir komisyondur. Herhangi bir yasal dayanağı, belirli bir prosedürü ve hukuki statüsü olmayan bu komisyonun iç dinamikleri hakkında çok az bilgi sahibiyiz.

Bu zor şartlar altında gelişen vicdani ret hareketinin aktif bileşenlerinden birini seçici retçilerin gruplarından Yesh Gvul oluşturuyor. Yesh Gvul, 1982-4 Lübnan ve Golan Tepeleri savaşı sırasında, savaşa katılmak istemeyen muvazzaf askerlerin oluşturduğu bir organizasyondur. Grup, Martin Luther King ve Gandhi'nin izinden giden bir sivil itaatsizlik yöntemi izlemekte, fakat; pasifizmin ve vicdani reddin aksine, Yesh-Gvul'un savunduğu yöntem, politik ya da ahlaki gerekçelerle askerlerin emre uymama hakkıdır. Ayrıca, Yesh-Gvul, güç kullanmanın meşru kılınabileceği bazı alanların varlığına inanmaktadır: bağımsızlık mücadeleleri, aşırı saldırganlığa karşı nefsi müdafaa v.s.. Fakat, öte yandan örgüt, askeri sistemin suistimaline de karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla, Yesh Gvul ve benzeri organizasyonlar, ince ve kimi zamanda aleni Siyonist tınılar taşıyabilmektedir. Fakat, yine de, bu hareketlerin genel çerçevesini "işgal karşıtı askerlerin demokratik mücadelesi" olarak çizmek mümkün. Nasıl, antimilitarizm ve vicdani retçilik, savaşılacak ordunun seçilmesi anlamına gelmiyorsa, seçici retçiliği, vicdani reddin literatürdeki tanımına sokmak bu anlamda zor. Fakat, uluslararası vicdani ret hareketi, seçici asker retçileri her zaman desteklemiş, tutsak seçici retçilerle dayanışmış ve bu eylemciler için kampanyalar düzenlemiştir.

İsrail'de askerliğin kadınlar için de zorunlu olması, doğal olarak kadın retçilerin belirmesine yol açmıştır. Kadın retçiler, İsrail toplumunun militarize yapısının doğal olarak yol açtığı cinsiyetçilikten de paylarına düşeni almaktadır. Askerlikle, erkekleştirilen kadınlar, bir çok gözlemciye göre, İsrail toplumunun militarizmini yeniden üretmektedir bir yandan da. Bu noktada, kanımızca, yapılacak en önemli analiz, kimi feminist akımların ABD'de ve Avrupa'da askerliğin kadınlar için de zorunlu kılınması için yaptığı mücadelelerle, İsrailli kadınların vicdani ret mücadelesini karşılaştırmak olacaktır. Fakat, bu yazının odağından uzaklaşmamak adına, bu analizi burada gerçekleştiremeyeceğiz. Fakat, sonuç olarak altı önemle çizilmesi gereken nokta, İsrailli kadın retçilerin, militarizmle ve olduğu kadar cinsiyetçilikle de eşit derecede mücadele ettikleri gerçeğidir. Aynı zamanda, özellikle kadın retçilerin maruz kaldığı "yok sayılma" ve "görmezden gelinme" de, benzer şekilde kadın vicdani retçilerin bertaraf etmeye gayret ettiği sosyal ve politik baskılardan bazılarıdır.

2. Güney Amerika

Latin Amerika deneyimlemiş olduğu faşist diktatörlükler nedeniyle antimilitarist hareket için önemli bir labaratuvar olagelmiştir. Biz Şili ile birlikte Kolombiya'yı birazdan açıklayacağımız nedenlerle bu yazıda gündeme alacağız.

2.1 Şili
Şili'de 8 ila 18 ay arası değişen zorunlu askerlik bulunmaktadır ve vicdani ret hakkı tanınmamaktadır. 1973-90 arası Pinochet'nin militarist diktatörlüğü öncesinde de Şili'de militarizmin kökenlerini gözlemek mümkün [8]. Peki diktatörlüğün devrildiği yıl Şili'de ortaya çıkan vicdani ret hareketleri acaba, diktatörlüğün kalıntıları üzerinde nasıl bir mücadele vermeye başlamışlardır? Şili vicdani ret hareketinin içkin özelliklerini, diktatörlük sonrası dönemde eyleme politikaları üzerinden, Şili'li vicdani ret grubu Ni Casco Ni Uniforme (Ne Kask Ne Üniforma) aktivisti ve Uluslararası Savaş Karşıtları (WRI) eski konsey üyesi Oscar Huenchunao'dan dinleyelim. Zira, bu ve benzeri faktörler nedeniyle Şili, Uluslararası Savaş Karşıtları'nın 2004 yılında Dünya Vicdani Retçiler günü odak ülkesiydi aynı zamanda [9].

"Diktatörlük sonrası Şili'de vicdani retçi olmak ya da zorunlu askerliğe karşı çıkmanın önündeki en büyük engel, bir açıdan, insanları politik ve sosyal hareketlere katılmaktan alıkoyan, korku ve politik ilgisizliktir. Bu korku ve ilgisizliğe hükümet dikkat çekmedi ve bunu tersine çevirmeye gayret etmedi. Zira, hükümet güçlü sosyal hareketler istemiyordu - ilgilendikleri ve tersine çevirmeye gayret ettikleri tek şey kendi siyasi partilerine dönük ilgisizlikti. Öte yandan, bir çok insan Pinochet'nin mirasına karşı olsa da, Şili toplumunda hala yüksek miktarda militarizm vardır. Devlet, "gönüllü" askerliği desteklemek için bir çok şey yapmış ve de medya da kendi rolünü oynamış ve askerliği ihtişamlı göstermiştir. Neyse ki, gençler artık bunlara inanmamaktadır."

Oscar'ın değindiği gibi Şili militarizminin Pinochet'ye dek takip edilebilen kökenlerinin olduğu tartışılmaz. Fakat, Şili militarizminin daha da geçmişe götürülebilecek olan kökenleri, 19. yüzyılın sonlarında, Peru, Bolivya, Patagonya'da ve kimi yerel toplulukların topraklarında oluşturduğu kolonilere dayanmaktadır. Artan askeri ihtiyaç ve kolonizasyon/emperyalizm nedeniyle 18 ila 45 yaş arasındaki erkekler için askerlik, bu dönemde zorunlu olmuştur [10].

Öte yandan, Şilili vicdani retçilerin, vicdani ret hakkının tanınmaması nedeniyle, bizlere aşina olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi benzeri bir uluslararası hukuk kurumu olan, Amerikalar Arası İnsan Hakları Komisyonu'na yaptıkları başvuru reddedilmiştir. Zira, Komisyon, vicdani ret hakkının tanınmadığı ülkelerde askerlik hizmetinin vicdan ve düşünce hürriyetini engellemediği gerekçesiyle, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi'nin tavsiye kararlarının aksine, retçilerin başvurusunu geri çevirmiştir.

Tüm bu umut kırıcı gelişmelere rağmen, Şili'de vicdani ret hareketi bir çok grubun aktif eylemlilikleriyle mücadeleye devam etmektedir. Şili, Avrupa'dan alışık olduğumuzun aksine, uluslararası hukuk kurumlarının desteğinin alınamaması ve askeri diktatörlük kültüründen daha yeni yeni sıyrılan bir ülke olması nedeniyle, oldukça zorlu bir mücadele sürdürmektedir. Fakat, Oscar'ın da vurguladığı gibi, genç nüfus, görünen o ki, rehaveti atıp, politik baskıların bertarafında rol alacaktır.

2.2 Kolombiya
2007 yılı Dünya Vicdani Retçiler günü için Uluslararası Savaş Karşıtları'nın odak ülkesi olan Kolombiya ise, yıllardır boğuştuğu iç savaş halini acaba vicdani ret hareketiyle nasıl alt etmeye çalışmakta? Acaba iç savaşta taraf olmayı reddetmek, Kolombiya'da nasıl mümkün olabilmekte? Malum, her iç savaş ülkesinde olduğu gibi, Kolombiya'nın da oldukça zorlayıcı bir askerlik rejimi mevcut. Zira, hem gerillalar, hem paramiliterler hem de resmi ordu zorla silah altına almaktan başka çıkar yol görememekte. Dolayısıyla da, vicdani ret hakkı Kolombiya'da hukuki olarak tanınmamaktadır [11]. Dahası, son bir yıldır, üniversiteye gitmek isteyen gençler, eskisi gibi eğitimleri sonunda değil, üniversite eğitimlerine başlamadan önce askere çağrılmaktadır. Askere alma politikasındaki bu değişim, elbette bir çok vicdani retçinin ortaya çıkmasına neden oldu. Kolombiya'da 1988'den beri var olan vicdani ret hareketinin yayılmamasının altındaki nedenlerden biriyse, askerlik tezkere belgesinin, yasa dışı yollardan yaklaşık 200 dolara alınabiliyor olmasıdır. Bu belgeye sahip olunması, kişinin askerlikle ilişkisinin olmadığını ispatlamakta, dolayısıyla olası bir kontrolde kişi askerlik yapmış görünmektedir. Bunlara bağlı olarak, giderek artan sayıda gencin bu yolu seçmesi, askerlik karşıtı hareketlerin politikleşmesini bir ölçüde engellemektedir. Gene de, tüm bunlara rağmen, yaklaşık 50 yıldır silahlı çatışmalarla birlikte yaşayan Kolombiya, son 20 yılda, antimilitarizm ile nispeten angaje olmuştur.

1994'te Luis Gabriel Caldas'ın vicdani ret deklarasyonu sırasında tutuklanmsı ve sonrasında Uluslararası Af Örgütü tarafından düşünce mahkumu olarak tanınmasıyla, Kolombiya vicdani ret hareketi uluslararası hareketin dikkatinin merkezine yerleşti. Daha sonrasında, özellikle gençlik örgütlerinin çabaları sonucu, 13 vicdani ret grubundan oluşan Ulusal Vicdani Retçiler Asemblesi oluşturuldu. Bu federasyon şimdiye dek gerçekleştirdiği bir çok ulusal ve uluslararası organizasyonla, hareketin Kolombiya'da güçlenmesi için çalışmaktadır.

Üç taraflı bir iç savaş zemininde, Kolombiya'da vicdani reddin kendine has zorlukları nelerdir? Vicdani retçi Martin Rodriguez'in yazdıklarından okuyalım [12]:

"Askere gitme zamanım geldiğinde, gitmedim. Hala okuyordum ve askerlik hizmeti yapmak istemediğimden emindim. Dolayısıyla, 21. yaş günümde okulu bıraktım ve orduya katılmaktansa, ben de vicdani retçi oldum. Oldukça korkuyordum ve bu konular hakkında çok bilgim yoktu. Fakat, yapmanın doğru olduğunu hissettiğim şeyler bana rehberlik etti. Askerlik şubesine çağrılınca, kendimi utanarak bir vicdani retçi olarak tanıttım. Memur, "İşte bir gerilla daha" dedi ve amirini çağırdı."

Kolombiya'nın gerilla savaşları söz konusu olunca, Martin şöyle yazmakta [12]:

"El Bosque, Medellin de yaşamımın çoğunu geçirdiğim mahalle, fakir bir gölgedir. Yaklaşık nüfusu 30 bindir ve bunların çoğu çatışma bölgelerinden göçmek zorunda kalanlardır. 1980'lerde bu mahallenin kuruluşu, uyuşturucu ticaretindeki patlamayla çakışmaktadır. El Bosque gibi mahalleler, uyuşturucu tüccarlarının küçük ordularını oluşturduğu bölgelerdir. O yıllardan sonra, uyuşturucu çeteleri ihtişamlı görünmeye başladı ve işbirlikçilerine ve çevrelerine güvenlik, güç, statü ve rahatlık getirebilir oldular. 80'lerin sonunda da şehirli militanlar fenomeni ortaya çıktı: FARC, ELN, EPL, M19. Bu gruplar, uyuşturucu çetelerinin yaşanmaz hale getirdiği semtlere dinginlik ve huzur getirme amacında olduklarını açıkça belirtiyorlardı. Bu ve benzeri gruplara "Milicias populares" (halk militanları) deniyordu ve çoğunlukla gençlerden oluşmaktaydı. Çok yüksek sayıda genç, birbirini peşisıra takip eden şiddetli çatışmalarda ölmekteydi. Bu ölenlerden ikisi benim kardeşimdi, 16 ve 18 yaşlarında öldüler. Bu mikro-savaşların kurbanları sadece militanlar değil, savaşmaya karşı çıktığı için taraf tutmayan ya da yanlış zamanda yanlış yerde olan gençlerdi aynı zamanda.
Sonuç olarak, dünyanın en karmaşık iç savaş kompozisyonlarından birini sunan Kolombiya, vicdani ret hareketinin en çok desteğe ihtiyaç duyduğu toplumlardandır. Popülist gerillalar, toplum desteğini yeniden kazanmaya gayret eden resmi ordu ve gerillalarla mücadele eden kontrgerillalar ve tüm bu etkenlerin kokaine bulaştığı ve ABD'nin de desteğini alan türlü türlü militarizm formları Kolombiya'yı içinden çıkılmaz bir karmaşıklığa sürüklüyor. Birleşmiş Milletler İnsani İlişkiler Alt Sekreteri Jan Egeland'in 2004'te belirttiği gibi "Kolombiya, batı yarıkürenin açık ara en büyük insani katastrofisidir" [13]. Sözünü ettiğimiz şiddetin kapsamını görmek için Kolombiya'yı, ABD dış politikası ekseninde uzun yıllardır takip eden Noam Chomsky'den okuyalım [13].

"[Kolombiya'daki sendikacılara yapılmış olan suikastler] genellikle paramiliterlere ya da güvenlik kuvvetlerine atfedilmektedir, zira bu ikisi arasında pek az görülür fark bulunmaktadır. Bu ikisi arasında bağ o kadar yakındır ki, İnsan Hakları İzleme (Human Rights Watch) paramiliterlere, beş sınıfı bulunan Kolombiya ordusunun "Altıncı Sınıfı" demektedir."

Chomsky, yazısında malum ABD askeri yardımları ve Kolombiya militarizmine dikkat çekmekte ve bunun Carter döneminden beri sürmesine değinmekte ve Clinton döneminde, Kolombiya'ya yapılan ABD askeri mühimmat satışının, 1990'ların sonlarında Türkiye'ye yapılan satışın dahi önüne geçtiğine atıfta bulunmaktadır.

Kolombiya militarizminin kimi boyutlarına ancak işaret etmekle yetindik. Kolombiya'daki yerli halkın ve kültürlerinin militarizmden nasıl etkilendiği, kokain üretimlerinin militarizmi nasıl beslediği dikkatle incelendiğinde, Kolombiya vicdani ret hareketinin zaruri hedeflerinin ne kadar acil ve zor olduğu anlaşılacaktır.

3. Afrika ve Asya

Sahraaltı Afrika'da antimilitarist hareketi görmek epey zordur. Avrupa sermayesinin arka bahçesi olan Afrika'nın iç savaşları, yol açtığı kıyımlar ve vahşetlerle beraber, çoğunlukla sürgünde olsa da, küçük de olsa bir antimilitarist hareket doğurmuştur. Maalesef, Afrika'daki hareketlerden haber almak epey zor. Biz bu yazıda, Angola'ya değineceğiz (öte yandan ilgili okura da Sudan ve Eritre'nin antimiltarizm için oldukça önemli bir labaratuvar olduğunu hatırlatmadan da edemeyeceğiz).

3.1 Angola
On yıllar süren ve 300 binden fazla insanın ölümüne neden olan iç savaşla ve bu savaşın neden olduğu, toplam nüfusunun %40'ının iç göçünü yarattığı sosyoloik problemlerle boğuşan Angola'da, 2000'lerin başında belirmiş sürgünde antimilitarist hareketten söz etmek mümkün. Gerilla ve ordunun zorla silah eğitimine alma pratiğinin yaygınlığı, Kolombiya durumunda olduğu gibi, Angola'daki durumu da kritikleştirmektedir. Yukarıda değindik, Angola ile iligili bilgimiz, aktivistlere ulaşma zorluğu nedeniyle, çok kısıtlı. Dolayısıyla bu bölümde amacımız kapsamlı bir analizden ziyade, Angola gibi zor bir coğrafya için dahi antimilitarist gayretlerin doğmasının mümkünatına işaret edebilmekten ibarettir.

Angola militarizmi ve iç savaşını, örneğin Kolombiya gibi diğer iç savaş ülkelerindeki durumlardan ayıran en önemli faktör apartheid'dir. Olağan olarak tüm iç savaşlarda içkin olan milliyetçilik, Afrika söz konusu olunca, çoğunlukla apartheid'e dönüşmektedir. Bunun sonucunda da, ortaya Afrika'nın en büyük petrol üreticilerinden ve dünyanın en yoksul ülkelerinden biri çıkmaktadır. Fakat işin ürkütücü boyutu, tüm bu yoksulluğa rağmen, "Angola en hızlı gelişen Afrika ülkelerinden biridir ve uluslararası petrol şirketlerinden yaklaşık 3.5 milyar dolarlık yatırıma ev sahipliği yapacaktır" [14].

Apartheid ile militarizm arasındaki aşikar ilişkiye dikkat çekecek değiliz. Fakat, Angola (ve belki Kongo'lar örneğinde de olabileceği gibi) bu toplumlardaki olası antimilitarist hareketlerin, tüm bilinen güçlüklerle birlikte ayrıca apartheid'e karşı da mücadele edeceği açıktır.

Dolayısıyla, Angolalı mültecilerin yaklaşık 10 yıl önce Almanya'da oluşturmaya çalıştığı "İnsan Hakları için Angola Antimilitarist İnisiyatifi" yukarıda sıraladığımız nedenlerle dikkate değerdir. Fakat, maalesef, uzun süreli uğraşlarımıza rağmen bu gruba ulaşamadık.

3.2 Güney Kore
Güney Kore, vicdani ret hareketi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir, zira Güney Kore'deki vicdani retçilerin neredeyse tamamı Yehova Şahididir. 1939'dan beri, Güney Kore'de 10 binden fazla vicdani retçi, zorunlu askerlik hizmetini dini gerekçelerle reddettiği için tutuklanmıştır. 1950'lerde vicdani retçiler en fazla bir yıl hapis cezası alırken, sonraları askeri hükümet döneminde bu ceza 5 ila 6 yıla çıkarılmışsa da, sonraları 1.5 ila 2 yıl arasında hapis cezaları uygulanmaya başlamıştır. Fakat, Türkiye'dekine benzer şekilde, "sivil ölüm" ve "tekrarlanan hapis cezaları" ve "keyfi alıkoymalar" sıklıkla uygulanır olmuştur [15]. Güney Koreli vicdani ret grupları, düzenli olarak kitapçık şeklinde, yüzlerce isimden oluşan, tutsak retçi listeleri yayınlamaktadır.

Güney Kore, geçtiğimiz yıllarda, kendince, vicdani retçilerin durumunda iyileştirme yapmıştı. Üç yıl olan hapis cezası, batılı ülkelerin ve hukuki kuruluşların baskısıyla bir yıla kadar düşürülmüştü. Ama elbette, hapis cezasının külliyen ilgası gibi bir gündem henüz mevcut değil Güney Kore'de. İsrail ve Türkiye'ye (yukarıda değindiğimiz gibi) benzer bir militarist yapıya sahip Güney Kore'de, elbette en önemli militarist gerekçe Kuzey Kore tehdidi. Dolayısıyla, antikomünist ve milliyetçi öğelere sahip bir toplum mühendisliği programında elbette, vicdani ret de lanetlenip suç sayılmaktadır.

Öte yandan, Güney Kore toplumu, dini gerekçelerini makul bulduğu Yehova Şahitleri'nin durumunu da son 5 yıldır tartışmakta ve netleştirmeye çalışmaktadır. Sayıları, Yehova Şahitleri ile karşılaştırıldığında, çok az olan, politik vicdani retçiler de ancak 5 ila 6 yıldır görünür olan vicdani ret hareketi içerisinde mücadelelerine devam etmektedir. Henüz, vicdani ret düzenlemesine dair bir işaret ufukta görünmemiştir.

Güney Kore vicdani ret hareketi aktivistlerinden Jung-min Choi, ülkesindeki hareketin nasıl bir ortamda mücadeleye giriştiğini şöyle açıklamaktadır [15]:

"Vicdani ret konusu hala Güney Kore'ye aşina değildir. Vicdani ret ayrıca, G. Kore'de hoş karşılanmamaktadır. Toplumun bir çok yönü demokrasinin başarılarını yansıtsa da, ordu ve ulusal güvenlikle ilgili konular, demokratik fikirleri özümsemekte yavaş kalmıştır.
Kore savaşı sonrası, acaba barış hareketinin, antimilitarizmle bağlantılı şekilde, durumunun ne olduğunu düşündüğümüzde şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor [15]:

Son zamanlara dek Kore toplumunda barış hareketi Kuzey ve Güney'in birleşmesi anlamına gelmekteydi. Şundan emin olabiliriz Kore yarımadasının birleşmesiyle barış birbirinden ayrılamaz. Fakat, barışı sadece birleşmek olarak görüp daraltamayız. Benzer şekilde birleşmeyi birincil önceliğimiz de yapamayız. Zira barışı daha kapsamlı ve ilerlemeci bir manada düşünmeliyiz."

Son yıllarda da Jung-min'den öğrendiğimize göre, yurttaş hakları hareketinin 1990'ların sonlarından itibaren yükselişi göz önüne alındığında, kara mayınları, silahsızlanma ve askeri kültürün sorgulanmaya başlandığını görüyoruz Güney Kore'de. Kore'ye benzer parçalanmış toplumların militarizasyonu hepimize aşinadır. Kıbrıs, Haiti, Kosova, Kongo ilk etapta aklımıza gelen şiddetli militarizasyon örnekleri. Dolayısıyla, Kore'yi incelerken aklımızın bir köşesinde de bu örnekleri bulundurmakta fayda olacaktır.

Güney Kore'yi ilginç yapan en önemli özelliklerden biri, dini temelli vicdani reddin, politik vicdani redden yıllar önce oluşmuş olmasıdır. Vicdani reddin tanımında sıklıkla geçen, dini gerekçelere dayalı vicdani ret hareketi incelemeleri için Güney Kore ilk ele alınması gereken toplumdur.

4. Sonuç

Bu yazıda, dünyadaki vicdani ret hareketinden örnekler sunduk. Bu örnekleri seçerken, anlaşıldığı üzere, Türkiye yereline katkıda bulunabilecekleri seçmeye gayret ettik. Sunduğumuz hareketler, kimi iç dinamikleri ya da eylemlilik tarzları nedeniyle Türkiye hareketine, bizce yakın olan politikalardır. Bu benzerlik ve farklılıkların izini sürmeyi okura bırakıyoruz.

Elbette, aklımızın bir köşesinde politik bir motivasyon var bu yazıyı yazarken. Acaba, Türkiye yerelindeki vicdani ret hareketi, kendi dinamiklerini oluştururken, diğer hareketlerle ne kadar dayanışacak? Dahası, bu yazıyla, hayal ettiğimiz bu sıkı dayanışmanın artırılmasına ilham verebilir miyiz? Bu soruların yanıtını ve politik motivasyonumuzun ne kadar başarılı olacağını zaman gösterecek. Fakat, gene de zaman bırakmak istemediğimiz bir konu ise uluslararası tutsak dayanışmasıdır. Bu yazı, umuyoruz ki, vicdani ret hareketine sıcak bakanlara, dünyanın türlü türlü iklimlerinde de benzer mücadeleler olduğunu ve onların da en az yerel hareketler kadar desteğe ihtiyacı olduğunu kanıtlamıştır. En önemli dayanışma sahalarından olan tutsak dayanışması da bu minvalde, elzemdir. Aksi takdirde, bu yazı kaleme alınırken (07/07) tutsak olan vicdani retçi Halil Savda için uluslararası desteği hak edip etmediğimizi sorgulamanın da zamanı gelmiştir. Bu desteği moral manada hak etmek için, bu toprakların vicdani ret hareketinin de uluslararası hareket içerisinde dayanışmacı niteliğini artırması gerekmektedir.

KAYNAKLAR

* Mülakatların ve tüm alıntı metinlerin çevirisi yazar tarafından yapılmıştır.

[1] Jörg Rohwedder. Haziran 2007, kişisel iletişim.
[2] Alper. Haziran 2007, kişisel iletişim.
[3] Ulrich Bröckling. Ocak 2007, kişisel iletişim.
[4] Insimusion Total, oldsletter Yayınları, 2003.
[5] Cthuchi Zamarra de Villanueva. Haziran 2007, kişisel iletişim. Cthuchi ile yapılan röportajın tamamı için: www.canbaskent.net
[6] Sergeiy Sandler. Haziran 2007, kişisel iletişim.
[7] Amir Givol. Haziran 2007, kişisel iletişim.
[8] P. Carvallo, J. Gárate. Solidarity with Chile and Latin America, Broken Rifle #61, Mayıs 2004.
[9] Oscar Huenchunao. Haziran 2007, kişisel iletişim.
[10] www.warresisters.org/win/Fall2006-insubmission.shtml
[11] Broken Rifle #74, Mayıs 2007.
[12] Martin Rodriguez: www.peacenews.info/issues/2447/244724.html
[13] Noam Chomsky, On Colombia, www.chomsky.info/articles/200412- -.htm
[14] Angola: two years after the endof decades of war; Jan Van Criekinge. www.peacenews.info/issues/2454/245410.html
[15] Jung-min Choi, "For South Korea Without Prisoners of Conscience";Human Rights Without Frontiers International (HRWF).

canbaskent.net


14 Nisan 2008 Pazartesi

‘Beritan bize kimlik kazandırdı’



12 Nisan 2008
“Beritan bizden önce yaşadı bu dağlarda. Halil’i Halil, Jinda’yı Jinda, Dersim’i Dersim yapan, kimlik kazandıran Beritan oldu. Beritan bize kimlik kazandırdı. Filmin bize kattıkları bizim ona kattıklarımızdan daha çoktur…”

Son olarak çektiği “Beritan” filmi, sanat, edebiyat, gerilla ve dağ konularındaki sorularımızı yanıtlayan Kürt yönetmen Halil Dağ (Uysal), gerilla ve dağın kendisine çok şeyle birlikte kimlik kazandırdığını, o yüzden soyadını bile Dağ yaptığını söyledi.

Film çok kısa sürede büyük ilgi gördü, bunu bekliyor muydunuz?

Filmin kısa sürede böyle büyük bir ilgi göreceğini biliyorduk, diyemem. Ama bu yola koyulurken bunu hissediyorduk. Zaten bu duyguları yaşadığımız için bu çalışmaya böylesine yüklendik. Yani bir tesadüf değildi. Bu çalışmaya inandık ve yüklendik. Bunun ötesinde bizim için önemli olan soru, bu filmi Kürt halkı neden bu kadar sahiplendi sorusudur. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Bizim yaptığımız çalışmalardan daha güçlü çalışmalar var. Hem sanat değeri, hem de teknik değeri yüksek olan daha güçlü çalışmalar var. Bunlara rağmen Kürt halkı Beritan’ı niçin bu kadar sevdi diye sormak gerekir. Neden bu kadar benimsediler? Bu durum hepimizi düşündürmelidir. Bunda bizim payımız yüzde bir kadardır. Asıl olgu Beritan’da yatan düşüncedir. Beritan’ın çizgisi, düşüncesi demek bu halkın benimsediği bir çizgi, benimsediği bir düşüncedir. Demek ki, Beritan Kürt halkını temsil ediyor, demek ki Beritan Kürt halkının bir parçası, onun içinde, derinliklerinde yatan bir gerçektir.

Demek ki bizim ötemizde bir şey var. Beritan bizden önce yaşadı bu dağlarda. Savaştı, şehit düştü. Ama onun düşüncesi sürdü. Yani Beritan hikayesi bizden önce başlamış bir hikaye. Biz bir yerde bu düşünceden etkilenerek bu filmi yaptık. Bu filmi Beritan’ın düşüncesi yarattı. Biz bir Beritan’ı keşfettik anlamında değil. Beritan’ı bu halk çok önceden keşfetti. Halil’i Halil, Jinda’yı Jinda, Dersim’i Dersim yapan, kimlik kazandıran Beritan oldu. Beritan bize kimlik kazandırdı. Filmin bize kattıkları bizim ona kattıklarımızdan daha çoktur…

Kürt sanatçılar, sinemacılar Beritan’ı nasıl ele almalılar sence?

Beritan düşündürüyor demiştim. Bence Kürt sanatı adına yola çıkanların, bu işe gönül vermiş insanların hepsinin Beritan’ın tahlilini yapmaları gerekir. Beritan’daki düşünce üzerine düşünmeleri gerekir. Bir halk benimsediyse neden benimsedi? Bunu görmek gerekiyor. Yani ondan kopuk, ondan çok farklı bir konu işleseydik bu kadar benimsenmezdi. Belki çalışmalarımız bazı yerlerde tutar, bazı pazarlara girer, bazı sinemalarda gösterilirdi. Bizim için önemli olan halkın kalbine ulaşması, halkın gönlünde yer etmesidir. Teknik ve estetik değerler açısından şüphesiz birçok eksiği vardır. Ama şu aşamada eserlerimizin ölçüsünü halk koymalıdır. Kürt sanatçısı bu gerçeği gözardı edemez. ‘Doğanın ve toplumun aklını anlamak’ diyor Önderliğimiz. Kürt sanatçısı da kendi halkının kalbinden geçenleri okumasını bilmelidir…

“Beritan” filminin dağıtımında sorunlar oldu. Bu konuda birçok firma talip oldu. Avrupa ve Türkiye’de dağıtımı oldu. Şimdi de Güney Kürdistan’da dağıtımı oluyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim tek isteğimiz filmi Kürt halkına ulaştırmaktı. Nasıl olursa olsun bir yöntemle ulaştırmaktı. Görsel alanda gerillanın halktan tecridine ilişkin büyük bir mücadele var. Propaganda alanlarında böyle bir kısıtlama var. Bizim amacımız bir şekilde bunu aşmaktı. Bunun en iyi yöntemi de halka mal etmekti. Bundan mutlaka gelirler elde ediliyor. Biz buna karşı değiliz. Ama asıl olan gelirin tekrar halka dönmesidir. Halkın “Beritan” filmi için verdiğinin hepsi bir şekilde halka dönmeli. Bunun örgütlülüğünü oluşturmak gerekiyor.

Kürt halkı fakir, yoksul bir halk. Hepimiz o toplumun içinden yaşayarak geldik. Bu halk, Beritan isminden ötürü ödediği ücreti belki de çoluk, çocuğunun ekmeğinden keserek, ihtiyaçlarından arttırarak veriyor. O zaman biz de buna saygılı olmalıyız. “Beritan”ı Kürtler izliyor. Kürt halkının en ezilmiş kesimi izliyor. Savaşta bedel vermiş, kan vermiş, can vermiş, mal vermiş, çocuklarını vermiş olanlar izliyor...

Filmin korsan satılmasına ilişkin ne söyleyebilirsiniz?

Beritan’a korsan yakışır! Beritan’ın Türkiye’de yasaklı bir yayın olması, bu şekilde elden ele dolaşması önemlidir. Yasaların içinde olacak, yasaların dahilinde olacak bir film değildir. Beritan bütün yasaların ötesinde bir şeydi. Yasalara sığmazdı. O yüzden Beritan oldu zaten. Korsan satıldığını söylüyorlar. O çok önemli değil. Korsan satan da büyük ihtimalle Kürttür. Birkaç kuruş kazanmak için yapıyor. Beritan ona da kazandırıyorsa ne mutlu. Biz onun peşinde, getireceği gelirin peşinde değiliz. Biz o düşünceyi halkımızla paylaşmanın peşindeyiz. En başta da bunu istiyorduk. Bu paylaşılıyorsa ne mutlu bize. Resmi satış yapan kurumlarımız var. Buda zaten bir örgütlülüktür ve gelirler tekrar halka geri dönecektir. Ahlaki kurallar çerçevesinde kaldığı müddetçe yadırgamıyoruz.

Beritan Kürt halkınındır…

Filmi dağıtan bazı Kürt gençleri tutuklandı. Hakimler, savcılar tutuklanan gençlere ‘bu film sizi dağa çıkarır’ dediler... Tutuklanan gençler için üzgünüm. Türkiye koşullarında o filmi alıp seyretmek, dolaştırmak, satmak normal ve küçük bir iş değildir. Bu gençler “Beritan” filmine en büyük katkıyı yapmış oluyorlar. Ama ‘bu film sizi dağa çıkarır’ sözünü duydum. Demek ki, Beritan’ı tam anlatamasak da biraz yakınlaşmışız. Beritan’a yakın bir çalışma olmuş. Şüphesiz dört dörtlük verdik diyemeyiz. Beritan mutlaka eksik olacaktı. Türk devletinin bir savcısı ya da hakimi de bunu söylüyorsa, demek ki, o da seyretmiş ve Beritan düşüncesinin, eyleminin gücünü görmüş.

“Beritan” filmi çok konuşuldu, çok tartışıldı, çok yazıldı. Gelen tepkilere ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

“Beritan” filmine ilişkin gelen tepkiler konusunda ilginç bir şey var. Hiçbir tepki Beritan’ın kendisine yönelik değil. Film için işlenen bazı olgular var. İhanettir, yerel ve işbirlikçi güçlerin işlenmesi var. Bu konulara ilişkin olumlu olumsuz tepkiler geldi. Beritan kişiliğine ilişkin hiç kimse bir şey demiyor. Dost düşman herkes Beritan kişiliğini kabul ediyor. Bu çok güzel bir şey. Demek ki Beritan ortak bir değer olmuş. Güneyli, Kuzeyli güçler, uzağımızdakiler de, yakınımızdakiler de Beritan’a bir tek kötü söz söylemediler.

Filmi gerilla ve halk izledi. Hala izleniyor ve uzun süre de izlenecek. Filmi en çok izlemesini istediğiniz kimse var mı?

Daha film düşüncesi oluşurken, hep; ‘Önderliğin böyle bir çalışmadan haberi olur mu ‘diyorduk. Hep bunu hedefledik. Bizim için Önderliğe ulaşmanın en güzel yolu olurdu. Bu da Önderlikle bir paylaşım biçimidir. Belki o ada içinde ona giden güzel bir yol olurdu diye düşünüyoruz. Bu filmi herkes seyretti bir tek Başkan Apo seyretmedi. Böyle bir çalışmanın dağlarda yapıldığından şu an haberi yok. Önderliğin, seyredemezse bile en azından gerillanın Beritan’ı film yaptığı, Kürt halkının bunu severek seyrettiğini duymasını isterdim.

Filmin çok tartışılan bir sahnesi var. O da Beritan ile Hüseyin arasındaki sevgi. Bazıları bu sahne için tabuları kırıyorlar diye yorumlar yaptı. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Biz o sahneyi yapmakla tabuları kırmanın peşinden gitmedik. Tabuları kıran Beritan’ın kendisiydi. O bu tabuları kırmıştı. Biz Beritan’a sadık kalmaya çalıştık. Beritan’a olmamış bir şey yüklemedik. Beritan parmağında nişan yüzüğüyle fotoğraf çektirmiş, dağlarda kalmış, yaşamış. Onun arkadaşı da onun peşinden gelmiş. Bu mücadele içinde yer almış. Birlik komutanı olarak Dersim’de yaşamını yitirmiş. Böyle bir gerçeklik yaşanmış. Beritan’ın iki fotoğrafı bizi bu sahneye götürdü. Silahının kabzasını tutan sağ elindeki yüzüğü birçok insanın gözünden kaçmıştır. Ama fotoğraflarını incelerken bu yüzüğü fark ettik. Ve bu bizde çok önemli bir kararlaşmayı yarattı. Filmi tamamladıktan sonra arşivden Beritan’ın yeni bir fotoğrafını daha buldum. Onda da yüzüğü elindeydi…

Beritan’ın aşkını anlatmak kolay bir şey değildi. Hep eksik olacağını düşünüyordum. Ama onun aşkını görmezden gelemezdim. Biz filmi çekerken bu ikilemde çok kaldık. Geliştirilen eleştirilere katılıyorum. Mutlaka eleştiriler gelecekti. Çünkü onu temsil etmek, görsele uyarlamak, sanatla anlatmak mutlaka eksik olacaktı. Ama ekip olarak bunu göze aldık. O sahnenin eksiklikleri benim eksikliklerimdir. Beritan’ın değil, benim eksiklerimdir. Atlasaydım bu film olmazdı. Bu sahne üzerinde durduk. Defalarca çektik. Beritan nasıl sevmişti, nasıl aşkını dağlara taşımıştı, bu aşkını nasıl ülke aşkına dönüştürmüştü, bu aşkını ülke ve özgürlük sevgisiyle nasıl buluşturmuştu, bunu vermeye çalışmamız gerekirdi...

Kürt sineması bir kimlik arayışı içerisinde. Bu konuda ciddi tartışmalar da var. Sizce Kürt sineması nasıl gelişir, kimliğini nasıl bulacak?

Kürt sinemasında bir uyanış var. Sanata ve sanatta da sinemaya yönelme var. Kürt sinemasında da değerli, yetenekli arkadaşlar var. Uzaktan da olsa az çok takip ediyoruz. Değerli ürünler ortaya çıkaran birçok sanatçı, çalışan var. Ama bana göre şu an Kürt sineması düşünce eksikliği çekiyor. Daha düşüncesini yakalamamış. Estetik ve sanatsal değerleri yüksek olabiliyor, oyunculuk kalitesi, çekim kalitesi, teknik düzeyi kısacası herşeyi yüksek olabiliyor. Ama henüz düşüncesini yakalayamadığını düşünüyorum. Bana göre Kürt sinemasının düşüncesi uzaklarda, Kürdistan’ın dışında aranıyor. Ve bu Kürt sanatçısının en büyük hatasıdır. Kürt sinemasının düşüncesi dağlarda doğuyor. Bu şu anlama gelmiyor, bütün herşey de dağda yapılacak, dağlarda çekilecek bütün filmler demiyorum. Ama dağ eksenli düşünce Kürt sinemasının genelde de Kürt sanatının özünü oluşturacaktır. Kürt sanatçısı bence bunu gözardı etmemeli. Kürt sanatçısı Kürt halkının bu sürecinden kopuk yaşıyor. Hani derler ya derya içinde olup derya’yı görmemek var, bence Kürt sanatçısın en büyük eksiği bu…

Kürt sanatçısı da, Kürt sineması da ancak yeni düşünceyle açılım yapabilir. Kürt sanatçısı şu an arayış içinde. Birçok şey deniyor, kendini bir pazara mal etmeye çalışıyor. Bence o pazardan kaçınmak gerekir. O pazarda belki çalışmalarımız gösterilir, belki alkışlanır, belki beğenilir ama en büyük başarı Kürt halkının alkışlamasıdır. Kürt halkının kalbine oturmasıdır. Kürt sanatçısı yönünü dağlara çevirmelidir. Kimseye propaganda yapmaya çalışmıyorum. Sadece paylaşıyorum. Öneriyorum. Herkes dağa eşit uzaklıktadır. Herkes dağ düşüncesini işleme hakkına sahiptir. Kimsenin tekelinde değildir. O yüzden özgür bir alandır. Kürt sanatçısının çıkışı için en büyük güç dağlarda olacaktır.

Kürt halkına, mücadelesine ve kültürüne duyarlı bazı kesimler bu konuda bazı filmler yaptılar. Ki bazıları ödüller de aldı. Peki sizce yakın bir gelecekte Kürt sanatçısı ve sinemacısı da yönünü dağa çevirmez mi?

Zorlu olacak. Çünkü sanat alanında dağa yönelmek, dağ eksenli, dağ perspektifiyle çalışmak zor iş. Çünkü Kürt sanatçısı başka bir Pazar içinde yer alıyor. Buraya yönelmesi durumunda Pazar dünyasında mutlaka sıkıntılara düşecektir. Hem maddi hem manevi zorlanmalar olacaktır. Ama sanatçılık da militanlıktır. Böyle ele alınması lazım. Sanatçı militan ve en önde olandır. Bunu göze almıyorsa nasıl çalışabilir ki? Şüphesiz dağa yöneldiği zaman birçok alandaki çalışma olanakları kesilecektir. Belki birçok film festivaline giremeyecektir. Belki birçok şeyden mahrum kalacaktır. Ama bir şey kazanacaktır. Asıl önemli olan da odur. Halkın sanatçısı olacaktır. Biz Kürt sanatçılarını tarih yapmaya çağırıyoruz. Kürt halkının on binlerce şehidini, on binlerce yaralısını, on binlerce tutsağını, on binlerce gazisini, on binlerce çalışanının, on binlerce savaşçısını görmezden gelen bir sanatçı kaybedecektir.

Halil Dağ! Birkaç gerilla filmine imza attı. Gittikçe tarzını da yakaladı. Ve başarılı çalışmalara da imza atmaya başladı. Halil Dağ sinema eğitimi gördü mü?

Dağa gelmeden önce çok kısıtlı bir kamera ve fotoğraf eğitimim vardı. Onun dışında hiçbir eğitimim yok bu konuda. Asıl dağlar beni bu çalışmaya sürükledi. Dağlarda benim de fark etmediğim ama hissettiğim bir gelişme oldu. Bunun nasıl olduğunu izah edemem ama içinde yaşayarak, paylaşarak, dağ atmosferinde aynı havayı tadarak, hem düşünsel olarak, hem de teknik olarak birçok farklılaşmayı yaşadım. Benim fotoğraflarım, kameracılığım dağlarda gelişti. Ben bunun bir dağ sırrı olduğuna inanıyorum. Dağa gelince fark ettik ki, burada koca bir dünya var. Asıl mesele benim bu yaşamı anlatma istemim. Asıl mesele bu yaşamı ne kadar sevdiğimi göstermek. Benim gerçek arkadaşlarım burada oldu. Onları yansıtmak, kalıcı kılmak, bir şekilde hayatta ve akıllarda tutmak istedim. Çünkü bunlar Kürt halkının en kahraman, en güzel çocuklarıydı. Kürt halkının en seçilmiş, en güçlü, en değerli bölümü geldi dağlara. O değerlerin içinde yaşıyor olmak, o değerlerin içinde bulunuyor olmak hep bana mutluluk verdi. Yaşadıkça, çektikçe ve fotoğrafladıkça benden onlara ve onlardan bana akan bir döngü kuruldu. Ve bu beni sinemaya kadar getirdi. Benim meselem sinema yapmak, film yapmak değildi ve hiçbir zaman da öyle olmadı. Bizim bir davamız vardı ve biz bu davayı anlatmak istedik. Bunu yazıyla, sözle, fotoğrafla, kavgayla, elimizden ne geldiyse anlatmaya çalıştık. Sinema da bunlardan birisiydi.

Edebiyat, sanat, dağ ve gerilla ile Halil Dağ arasında nasıl bir bağ var?

Nasıl, kamera, fotoğraf işi bende dağda geliştiyse, yazı da dağda gelişti. Günlükler tutarak başladı bu iş. Yaptığım gerçekten edebiyat mı, değil mi, onu da bilmiyorum. İçimizden geleni, yaşadıklarımızı döküyoruz sayfalara. Bu dağın bana eklediği şeydir. Yazı, fotoğraf, kamera, sinema dağın bana eklediği, kazandırdığı şeylerdir. Benim dağa getirdiğim sadece kendi bedenim var. Ama benim dağdan aldığım şeyler çok fazla. Ben dağlarda yetiştim. Bir seyirci olarak değil. İçinde bir yaşayan olarak yer aldım. Örnek “Beritan” filmini verebilirim. Kürt tarihinde ihaneti anlatıyor, aşkı anlatıyor, direnişi anlatıyor. Ben bunları birebir yaşadım. İhanete de tanık oldum. Direnen insanlarla birlikte kaldım. Aşkları ile ülkeleri ile birleştiren, en ön cephelere koşarak giden arkadaşlarla tanıştım. Bu hayatın bir parçası oldum. Yani bu hikayenin içindeydim. Bunları yazmayacaktım da, neyi yazacaktım. Bunları resmetmeyecektim de, neyi resmedecektim…

SEYİT EVRAN

*14 Ekim 2006 tarihinde gazetemizde yayınlanmıştır.
kaynak:
www.yeniozgurpolitika.org

EĞİTİM -SEN BÖLGE MİTİNGİ SAMSUNDA COSKU İLE GEÇTİ


"Emekçilerin, kadınların ve yoksul halkın sosyal ve ekonomik haklarını gasp etmek isteyen, sağlığına göz diken, sosyal güvenliğini ve iş güvencesini ortadan kaldırmayı hedefleyen SSGSS’ye hayır demek için alanlardayız, "


Diye açıklayan Eğitim-sen'in hükümete uyarı eylemleri devam ediyor.Eğitim sen in bölge eylemleri samsunda da çosku ile geçti.Mitinge bir çok sivil toplum örgütü ve siyasi partilerde desteğini sundu.mitinge yaklaşık onbin civarında katılım vardı.Miting,istasyon mahallesi ray apartmanı önünden meydana kadar süren yürüyüşle başladı.yürüyüş hükümet ve emperyalist-kapitalizm karşıtı sloganlarla protesto edildi.Meydana miting alanına gelindiğinde Eğitim-sen termsilcisi,hükümetin emek karşıtı icratlarını eleştirel konuşmasıyla devam etti.sonrasında 19 nisan daki eyleme çağrı yapıldıktan sonra miting halay ve türkülerle sona erdirildi.

Eğitim-sen'in alanlarda olma nedenini ise aşağıdaki başlıklarda aktarmaya devam ediyor
"Parasız, bilimsel, demokratik eğitim, özgür bilim ve demokratik üniversite için alanlardayız,

Eğitim ve yükseköğretim sistemindeki piyasacı uygulamalara, ırkçı-gerici kuşatmalara ve faşist saldırılara son verilmesi için alanlardayız,

Eğitimde ve sağlıkta ticarileştirme ve özelleştirme uygulamalarının durdurulması için alanlardayız,

Eğitimde ve yükseköğretimde yaygınlaştırılan esnek, iş güvencesiz ve kuralsız çalıştırmaya son verilmesi için alanlardayız,

Demokrasiyi, özgürlükleri, barışı ve halkların kardeşliğini savunmak için alanlardayız,

Ülkemizi kaosa sürüklemek isteyen çetelere ve dini siyasete alet etmeye çalışanlara karşı hukuku ve demokrasiyi savunmak için alanlardayız.

Emekçilerin söz ve karar sahibi olduğu özgür, demokratik bir Türkiye için alanlardayız,

Sözleşmeli geçici çalıştırmaya, eğitimciler arasında ayrımcılık yaratan anti-demokratik uygulamalara “HAYIR” demek için alanlardayız,

Özgür bilim, özerk demokratik üniversite için alanlardayız,
Sendikal hak ve özgürlükler önündeki engellerin kaldırılması için alanlardayız,

Özgürlükçü, demokratik anayasa, yasaksız siyaset hakkı ve çalışma yaşamanın demokratikleşmesi için alanlardayız."

''Israr etmeyin, zorla da yapmayacak''


''Israr etmeyin, zorla da yapmayacak''
12-04-2008
"Biz Safdışı’lar olarak vicdani retçileri, taşları döşenmeye başlanan profesyonel ordunun müstakbel “sivil” hizmetlileri olarak değil, militarist kabulleri kıran asiler olarak selamlıyoruz"
Safdışı ve Halil Savda ile Dayanışma İnisiyatifi'nin, dün (11 Nisan) saat 19.00'da, Galatasaray Meydanı'nda, yaklaşık 50-60 kişinin katılımıyla gerçekleştirdiği Vicdani Retçi Halil Savda ile Dayanışma Eylemi, Safdışı'nın şarkıları ve okunan bildirilerle coşkulu bir şekilde geçti...(Bidiriler ve fotoğraflar aşağıda)

Halil Savda ile Dayanışma İnisiyatifi'nin bildirisi

Israr etmeyin, zorla da yapmayacak

‘Paşa paşa’ askere gitseydi 15 ayda bitirecekti. Ama o, bunu seçmedi. Dünyanın her yerinde, her gün devam eden savaşlara karşı çıktı. Ölümleri, katliamları, bireysel ve örgütlü şiddeti olağan bulmadı, sıradanlaştırmadı. Halil Savda aslında, ölmeyi ve öldürmeyi reddetti. Bu yılın Şubat ayında ‘halkı askerlikten soğutma’ gerekçesiyle yargılandığı duruşmasında tekrarlıyordu:

“Keşke dünyadaki herkes soğusa silahtan, savaştan, askerlikten! Evet, ‘askere gitmeyin’ çağrımı yineliyorum. ‘Haklı-haksız’, ‘kirli-temiz’ ayrımlarına gitmeden bütün silahlı organizasyonların ve bütün savaşların kötü ve kirli olduğunu açık ve net bir biçimde vurguluyorum.”

Vicdani reddini, 26 Kasım 2004’te askerlik yapması için götürüldüğü Çorlu’daki askeri birlikte açıklayan Halil Savda, bir ay hapis yatmasının ardından tahliye edildi. 7 Aralık 2006 günü Çorlu Askeri Mahkemesi’nde devam eden, reddine ilişkin davaya katılmak üzere gittiği mahkemede tekrar tutuklandı. Çorlu Askeri Cezaevi’nde psikolojik ve fiziki işkenceye maruz kalan Savda, sık sık hücre cezası aldı; mahkemesine katılmak üzere giden dayanışmacıları da faşist bir saldırıya uğradı. 7,5 ay hapiste yatan Savda, tahliyesinden sonra askerlik yapması için mevcutsuz olarak birliğe sevk edildi. Savda, vicdani retçi olduğu ve askerlik yapmayı reddettiği için, birliğe gitmeyerek, kendi yaşamına devam etti. Bu asker olmadığını her fırsatta söyleyen Savda’yı ikinci kez firari konumuna düşürdü.

Bir başka vicdani retçinin yaşadığı gözaltını protesto etme amacıyla 27 Mart 2008 Perşembe günü Galatasaray Postanesi’nin önünde toplanan grup adına açıklamayı okuyan Halil Savda, eylemin ardından basın mensuplarının da gitmesiyle polis tarafından gözaltına alındı. Toplam 8,5 ay hapis yattıktan sonra 28 Temmuz 2007’de tahliye edilen Halil Savda, cezasının Yargıtay tarafından onandığı ve aranıyor olduğu gerekçe gösterilerek tutuklanarak Kasımpaşa Askeri Cezaevi’ne kondu.

Halil Savda’nın söz konusu davadan, 6 ayı ‘emre itaatsizlik’ ve 15,5 ayı da firardan olmak üzere toplam 21,5 ay kesinleşen hapis cezası bulunuyor. Savda bu cezayı çekmek üzere Çorlu’ya götürüldüğünde hakkında ikinci kez firari olmaktan dolayı dava açılacak. Yargılama sürecinde tahliye edilse dahi Savda, en azından 15,5 aylık cezasını yatacak. Savda ayrıca, İsrail’in 2006 yılındaki Lübnan işgali sırasında savaşta yer almayı reddettikleri için çeşitli hapis cezalarına çarptırılan 40’a yakın vicdani retçi ile dayanışmak için, 2 Ağustos 2006’da İsrail konsolosluğu önündeki eylemde okuduğu savaş karşıtı bildiriden dolayı da TCK 318. maddeden (halkı askerlikten soğutmak) yargılanıyor.

Türkiye’de önceki zamanlarda da cezaevine konan retçiler bitimsiz bir döngünün içine sokulmaya çalışıldı. Askeri cezaevi-mahkeme-birlik sarmalında adeta bir müebbet hapse çarptırıldılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, vicdani retçi Osman Murat Ülke ile ilgili Türkiye’ye verdiği mahkumiyet kararında, retçilere yaptığı muameleyi “sivil ölüm”e mahkum etmek olarak tanımlamıştı. Türkiye dış baskılarla idamı kaldırdı ve şimdi yasal olarak kimseyi öldürmüyor. Ama adını koymadığı müebbetlerde, ölmeyi ve öldürmeyi reddedenleri mahkum ediyor.

‘Paşa paşa’ yapmadı. Israr etmeyin, zorla da yapmayacak. Halil Savda, asker doğmadı ve asker olmayacağını halen tutulduğu cezaevinde haykırıyor. Bunun karşılığında bedeli ceza olan bir suç işlediğine, o da, biz de inanmıyoruz. Aksine insanları ölme ve öldürmeye teşvik eden bu sistemin kendisi bir insanlık suçudur.

Halil Savda ile Dayanışma İnisiyatifi




Safdışı'nın bildirisi

Bugün, ikinci kez tutuklanmış olan Halil Savda için sokaktayız. Bildiğiniz gibi Halil askerlik hizmeti yapmayı reddetti ve herhangi bir silahlı örgütün içinde yer almayacağını ilan etti..

Biz Safdışı’lar olarak vicdani retçileri, taşları döşenmeye başlanan profesyonel ordunun müstakbel “sivil” hizmetlileri olarak değil, militarist kabulleri kıran asiler olarak selamlıyoruz.

Değerli bir “erkeklik” ölçüsü haline getirilmiş askerlik, zaten devasa bir kışlaya çevrilmiş toplumsal hayatımızın bir parçası. Askerileştirme ne sırf devletin militarizmiyle dayatılıyor; ne de ordunun sık sık, hepimizi darbeyle terbiye etme kalkışmalarından ibaret. Kurtaracakları toprakları, toplulukları, milletleri, dinleri, siyasi “davaları” için ölmeyi ve öldürmeyi mubah sayan devlet dışı ve karşıtı silahlı örgütlere de o kanlı karanlığın rutubeti sinmiş. Yani biz militarizm derken “uzak” ve ürkünç bir ihtimalden, kansız-bedensiz savaş görüntülerinden söz ediyor değiliz -onun için bu kelime derin bir ürpertiyle çıkıyor ağzımızdan! Ast-üst ilişkili, baba otoriteli aile yapısından, öğretmenlerin birer “komutan”a dönüştükleri okullardan, “terhis olup” sivil hayatta aynen süren, sokaklara taşan bir kâbustan söz ediyoruz; insanları, hayvanları, doğayı, yaşama sevincini yok eden, herkesi ve her şeyi tektipleştirmeye çalışan bir kültürden! İşgali, evlerimizin içine sızıyor; şiddetle, ölüsevicilikle, gözü dönük bir kâr ve iktidar hırsıyla, kaskatı ataerkiyle, itaatkâr kitleleriyle beslenen, bu topraklarda kökleri sağlam tutmuş bir “alışkanlık” militarizm!

Gündelik dilimizden, edamızdan, algımızdan başlayarak bu “alışkanlığın” içimize işlemesine, herhangi bir şekilde yeniden üretilmesine en ufak bir katkıda bulunmaya hiç niyetimiz yok!. Bizleri asla şiddetin taraflarından birinin yanında göremezsiniz. Ama kalplerimiz meçhul asker kaçaklarıyla, sıkılı yumruklarını açmayı başaran her erkekle, “kurtarıcı erkek” ordu imgesini hafızasından silmiş her kadınla birlikte atıyor!

Gayri-nizami selamlarımızla, SAFdışı

**

Etkinlik sırasında okunan, Yunanistan Vicdani Retçiler Birliği'nin basın açıklaması

Yunanistan Vicdani Retçiler Birliği üyesi Babis Akrivopoulos, 15 nisan 2008 tarihinde “itaatsizlikten” yargilanacağı davasını bekliyor. Akrivopoulos, Yunanistan Deniz Kuvvetleri’nde görev yapmayı reddettiğini duyurmuştur.

Yunanistan Vicdani Retçiler Birliği, Babis Akrivopoulos’u desteklediğini ve onun askeri mahkemede yargılanmasının durdurulması için eylemlerde bulunacağını bildirir.

Babis Akrivopoulos’in açıklaması:

Atina, 10 Nisan 2008
15 Nisan’da, “barış zamanında itaatsizlik” suçlamasıyla mahkemeye çağırıldım. Bir sivil olduğum ve asker olmadığım için, bu askeri mahkemeyi demokrasi karşıtı ve yasadışı buluyorum, bu yüzden bu mahkemeye katılmayacağım ve avukat ile temsil edilmeyeceğim.
Bir pasifist ve vicdani retçi olarak, “itaatsizlik”in ne barış ne de savaş zamanında suç olabileceğini kabul etmiyorum. Ücretsiz olarak devlet hizmetinde görev almayı kabul etmediğim gibi savaş zamanında emir altında öldürmeyi de istemiyorum. Bence silahlı kuvvetler mantıksız bir savaş mekanizmasından başka bir mantık değil ve ben bu mantığın bir parçası olmayı kabul etmiyorum. Söz verebileceğim tek eylem ve ideoloji şiddetsiz bir dünyada insanlığın, her türlü şoven ve barbarlıktan uzak bir arada yaşamasıdır.

Babis Akrivopoulos
Yunanistan Vicdani Retçiler Birliği

32 yaşındaki Babis Akrivopoulos 2004’den beri total retçi. 1 yıllık Deniz Kuvvetleri “zorunlu hizmeti”ni pasifist görüşlerinden dolayı reddetti.

12 Nisan 2008 Cumartesi

‘Ülkenin demir leblebileriyiz’


‘Ülkenin demir leblebileriyiz’
09-04-2008
birgun.net
"Türkiye’de sürmekte olan bir savaş var. Haliyle bizim tüm eylemliliklerimiz, sözlerimiz ve yaşam pratiğimiz ülkemizdeki savaşa karşı birer darbe vuruyor. Vicdani reddin de ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor bu anlamda"
Mart ayında peş peşe tutuklanan Saygı ve Savda’nın son durumlarını, vicdani redcilerin yakın zamanda yapmayı planladıkları etkinlikleri ve 1989’dan bugüne yaşadıkları süreci Yavuz Atan ve Mehmet Tarhan ile konuştuk…

AYŞEGÜL SAVAŞTA
2007’nin son aylarında Türkiye’deki militarist güçlerin hareketliliğinin artmaya başlamasıyla birlikte Hakkâri Dağlıca’da yaşanan 8 askerin kaçırılma eylemi ve ardından Meclis’ten çıkan Kuzey Irak operasyonu vizesi ülkedeki savaş nidalarını doruk noktaya ulaştırdı. Militarist güçler kendi açılarından tansiyonu arttıradursun, bu dönemde belki de en beklenmedik beyanat şarkıcı Bülent Ersoy’dan geldi.
Star TV’de yayınlanan "Popstar Alaturka" isimli programda özetle şarkıcı Ersoy, ‘çocuğum olsaydı bu savaşa göndermezdim’ dedi. Bu savaş karşıtı çıkışa savcılar da sessiz kalmadı tabii ki, "halkı askerlikten soğutma" iddiasıyla Ersoy’a soruşturma açıldı. Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 318. maddesinde yer alan "halkı askerlikten soğutma" iddialarına kulaklarımız bu ülkedeki savaş karşıtları ve vicdani redciler sayesinde hiçte yabancı değil…
Ahlaki, dini inanç ya da politik nedenlerle askere gitmeyi istemeyen vicdani redcilerden İsmail Saygı, 16 mart günü yolda kimlik araması sırasında durumu polis tarafından fark edilince önce gözaltına alındı, akabinde tutuklandı. Arkadaşları durumu öğrenir öğrenmez eylemlere başladı. 27 Mart’ta Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi önünde gerçekleştirilen basın açıklaması bitiminde bu kez bir diğer redci Halil Savda gözaltına alınarak tutuklandı.
“İsmail ve Halil’e Özgürlük” diyen “Halil Savda ile Dayanışma İnisiyatifi” sözcüleri seslerini yükseltmeye çalışıyor.

»Son tutuklamalar ile başlayalım isterseniz. Arkadaşınız İsmail ve Halil peşpeşe tutuklandı.
Yavuz Atan: Sabah çalıştığı işyerine gitmek için evinden çıkıp minibüsle yolda giderken polis çevirmesine denk geliyor İsmail. Kimlik taraması sırasında durumu ortaya çıkınca da gözaltına alınıyor. İsmail için “askerliği sürerken firar ettiği” gerekçesiyle hakkında “gıyabi tutuklama” kararı bulunuyordu zaten. Gözaltına alınınca da polis tarafından önce Üsküdar İnzibatına teslim edilmiş. Bir gün sonra Selimiye Askeri Savcılığı’na çıkarılan arkadaşımız, hakkındaki gıyabi tutuklama kararı, mahkeme de yüzüne okunup Maltepe Askeri Hapishanesine gönderildi. 26 Mart sabah saatlerinde otobüsle önce Ankara’ya, uçakla da Kars’a sevk edildi...
Mehmet Tarhan: Halil, yedi buçuk ay hapis yatmıştı 27 Temmuz 2007’da tahliye oldu. O tarihten itibaren özgürce dışarıda yaşıyordu. İsmail’in tutuklanmasının ardından vicdani redciler olarak dışarıda eylemlere başladık. Galatasaray Lisesi önünde yaptığımız basın açıklamasının ardından kimlik araması yaptı polis. Sonrası malum. “Gözaltı işlemi”, “aranıyorsun” ve tutuklanarak Kuzeydeniz Saha Komutanlığı, Kasımpaşa Askeri Cezaevi'ne gönderildi.



»İsmail ile görüşebilme imkanı bulabildiniz mi? Son durumu nedir?
Mehmet Tarhan: Bizim birçoğumuzun zaten yüz yüze görüşme imkânı yok. Hem bizlerde vicdani reddini açıklayan insanlar olarak askeri alana girdiğimiz takdirde arkadaşlarımız ile aynı süreci yaşamak durumunda kalıyoruz. Ancak avukat olanlar, o da bazen görüşebiliyor.

OLACAKLARA KARŞI ANTREMANLIYIZ

»Peki bu aşamada neler yapmayı düşünüyorsunuz?
Yavuz Atan: Aslına bakarsanız İsmail’in gözaltına alındığını ilk duyduğumuzda başladık çalışmalara. Zaten çok uzun bir zaman geçmeden Halil de tutuklanınca hemen “Halil Savda ile Dayanışma İnisiyatifi” oluşturduk. Dayanışma eylemleri yapmaya, yalnız bırakmamaya, cezaevi ve mahkeme sürecini takip etmeye yönelik hazırlıklarımız hızla sürüyor. Aslında bu konuda bir refleksimiz var. Olacaklara karşı biz antremanlıyız. Şu an çeşitli şehirlerde dayanışma faaliyetleri sürüyor. Uluslararası savaş karşıtları, yine Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) ile temaslarımız başladı. Türkiye’deki İnsan Hakları Derneği (İHD) ve daha birçok kuruluş aktif destek veriyor. Önümüzdeki günlerde dayanışma geceleri düzenleyerek olayı canlı tutmayı düşünüyoruz. 15 mayıs’ta büyük bir etkinlik yapmayı öngörüyoruz.

DEVLET KAPATTI BİZ AÇTIK

»1989’da ilk vicdani red açıklamaları ile başlayan bir süreç bugün 19’uncu yılına girdi. Nasıl geçti bu 19 yıl? Vicdani red Türkiye’de ne aşamaya geldi biraz anlatır mısınız?
Yavuz Atan: ‘89’daki ilk red açıklamaları ve bir grup anarşist olarak Yeşiller Partisi’nin de desteğiyle yürüttüğümüz kampanya kısa sürmüştü. Fakat askerlik yapmayı reddetmek gibi yeni bir olgu, en azından politik muhalif çevrelerde bilinmeye başlamıştı o yıllarda. Yaklaşık 1,5 yıl aradan sonra yine Yeşiller Partisi ile birlikte İzmir Foça’da askeri dinlenme tesislerinin karşısında düzenlediğimiz ve Foça Belediyesi’nin de desteklediği uluslararası anti militarist kampla birlikte yeniden faaliyete geçmeye başladık. ‘91’in sonlarına doğru Amargi dergisini çıkardık (Şu an feminist kadınlar tarafından yayımlanmakta olan Amargi dergisi değil bahsedilen)
Dergimizde yoğun bir şekilde anti militarizmi ele aldık, işledik. Türkiye’de sürmekte olan bir savaş ve 12 Eylül darbesinin yarattığı koşullarla mücadele etmek için anti militarizmin ve vicdani reddin çok önemli olduğuna kanaat getirip, bu yönde yayın ve çalışmalar yapmıştık.
Amargi İzmir’de çıkmaya başlarken iki kişi İstanbul’a geçmişti. İstanbul’daki anarşist, anti militarist çevre ve insan hakları mücadelesi yürüten gruplarla ilişkiler kurulmuştu. Kısa bir süre sonra da başta İzmir olmak üzere İstanbul ve Ankara’da savaş karşıtları dernekleri oluşturulmaya başladık.
Uluslararası Vicdani Redciler Toplantısı (ICOM) Muğla Ören’de gerçekleştirildi. Bu etkinlik harekete önemli bir motivasyon kattı. Ankara ve İstanbul’da kurulan dernekler kapatıldı. İzmir’deki kapatıldı ama biz yeniden açtık. Devlet kapattı biz açtık. Kararlı ve inatçıydık çünkü.
Mehmet Tarhan: İzmir ve İstanbul’da ardı ardına yapılan red açıklamalarıyla kamuoyu vicdani red hareketini görmeye başladı. Haliyle devlet de gördü ve Osman Murat Ülke arkadaşımız tutuklandı. Osman, aralıklı ama uzun bir hapishane süreci yaşadı. İstanbul, İzmir, Ankara, Balıkesir, Antalya gibi şehirlerde dayanışma inisiyatifleri kuruldu. Bize uygulanan sansürü delmek için yoğun bir görüşme turuna çıktık. Türkiye’de birçok eylem yapıldı. Dünyanın başka yerinde de dayanışma faaliyetleri yürütüldü.
Yavuz Atan: Devlet ve militaristler demir leblebi olduğumuzu anladı sonunda. Birkaç yıl sonra bu kez Mehmet Bal tutuklandı, Mehmet Tarhan ve Halil Savda. Ben de dâhil olmak üzere birçok anti militarist gözaltı ve mahkeme süreçleriyle boğuştuk uzun yıllar. Hâlâ da sürüyor. Durmadık, Uluslararası Vicdani Redciler Günü olan 15 mayıs’ta birçok konser ve etkinlik düzenlendi her yıl. Bugün özlemle kendisini andığımız Kazım Koyuncu’nun girişimleriyle birçok konser düzenlenmişti. “Militurizm Festivalleri” yaparak üzerimize serpilen görünmezlik tozunu silkeledik. Yarı legal, yarı sürgün hayatlar yaşadık, yaşıyoruz. Ama bugün geçmişimize geri dönüp baktığımızda bahtiyarız.

MEDYA SANSÜRÜNÜ DELDİK

»Zorluklar içerisinde geçirmişsiniz yaşamınızı. Tüm bu yaptıklarınıza rağmen vicdani red hareketi için olumlu gelişmeler de oldu mu peki?
Yavuz Atan: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) Osman Murat Ülke’nin kazandığı dava var. Tutuklanan vicdani redçi arkadaşlarımız hapishanede belirli süreler tutulduktan sonra devlet tahliye etmek zorunda kalıyor. Tüm bunlar bizlerin moralini de yükseltiyor tabii ki. 318. maddeye karşı yürüttüğümüz kampanyanın canlılığı zaten şu an sürüyor. Belki de arkadaşımız İsmail için yürüteceğimiz kampanya, yeni fırsatlar doğuracak.
Mehmet Tarhan: Biz Türkiye’de yapılmamış bir şeyi denedik, bir hareketi sıfırdan başlattık. Ama ne yazık ki, militarizmle hesaplaşmanın bu ülkedeki özgürlük ve demokrasi mücadelesi için ne kadar önemli olduğu yeni yeni anlaşılıyor. Türkiye’de sürmekte olan bir savaş var. Haliyle bizim tüm eylemliliklerimiz, sözlerimiz ve yaşam pratiğimiz ülkemizdeki savaşa karşı birer darbe vuruyor. Vicdani reddin de ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor bu anlamda.
Yavuz Atan: Artık özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren grup ve kuruluşlar mücadelemizi daha açık bir şekilde destekliyor. Bize uygulanan medya sansürünü kendi mücadelemiz ve hala vicdanı olan medya çalışanlarının desteğiyle deldik.

»Bülent Ersoy’da “halkı askerlikten soğutuyor” iddiasıyla yargılanıyor?
Yavuz Atan: Evet, haklısınız. Askerlik ile ilgili bir söz mü ettin, kim olduğun önemli değil, ne dediğin önemli. Herkes yargılanabilir bu ülkede bu konuda konuştuğu için. Bülent Ersoy sağ olsun, en büyük sansasyonu yarattı bir TV programındaki sözleriyle. Aslında kendisiyle bizlerin bir kader birliğimiz var. O da askeri hapishanede yattı! Bu ülkede 12 Eylül darbecileri kimin sahneye çıkacağını bile belirledi daha ne olsun ki? Bizim derdimiz gerçeklerin görünmesidir.
Kenan Evren, Picasso’nun Guernica’sına bakarken ‘bunu ben de yaparım’ dediğinde kastettiği, Picasso’nun tablosu değil, tabloda anlattığı fasişt Franko rejiminin gerçekleştirdiği katliamdı. Aynısını da yaptı hakikaten.
Biz, bu ülkede tam da yaratılmış olan bu manzara ile mücadele ediyoruz işte. Erdal Eren’in fotoğraflarına bakarken daha az vicdan azabı ve yürek sızısı duymak istiyoruz. Kenan Evren’in ya da Kürt köylülerine b.k yediren askerlerin emekli maaşı alabiliyor olmalarının utancını taşımasın artık bu ülkenin insanları.

---------------
YARGILANAN GAZETECİ GÖKHAN GENCAY:

301 hassasiyeti 318 için de gösterilmeli

“Savaşların İnsan Kaynağını Kurutalım” başlıklı söyleşiden dolayı 21 yıl hapis istemiyle mahkemesi 1,5 yıldır devam eden gazetemiz kitap eki editörü Gökhan Gencay, kendisine açılan davanın son durumunu, dava ile ne yapılmak istenildiğini ve 318. maddeyi anlattı.

Gökhan Gencay: Dava dosyası Asliye Ceza’dan Ağır Ceza’ya, oradan da Uyuşmazlık Mahkemesine kadar bütün yargı kurumlarını dolaştı ve halen yetkili mahkemenin hangisi olduğu konusunda bir karara varılabilmiş değil. Bu ucu açık bırakılan sürecin ve dava kıskacının en temel insan haklarından biri olan ifade özgürlüğüne yönelik ciddi bir baskı oluşturduğunu düşünüyorum.
Vicdani veya total reddin de, bu konuda kamuoyunu bilgilendiren metinlerin de hukuki ve ahlaki anlamda ‘suça’ denk düşen bir yanı yoktur. 318. madde, son yıllarda toplumsal muhalefetin gündemini teşkil eden 301. madde kadar hak ve özgürlüklerin önünde engel oluşturuyor.
301. maddeye karşı geliştirilen muhalif hassasiyetin ve duyarlılığın aynı şekilde 318. maddeye de gösterilmesi gerekiyor. Demokles’in kılıcı misali muhaliflerin üzerinde sallandırılan yargılama/ceza tehditlerinin bir an önce son bulması da hayati bir önem taşıyor.
Savaş kışkırtıcılığının, militarist hamasetin muktedirler nezdinde geçer akçe kılındığı bir toplumsal/siyasal iklimin somut sonuçlarını gözlemleyebildiğimiz bir tarihsel dönemden geçtiğimizi de göz önünde bulundurduğumuzda, yazarlar ve anti militaristler yerine asıl bu kan propagandasının aktörleriyle, kültürel dokuda açtıkları yaralarla uğraşılmalı kanaatindeyim.

***
ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ:

‘Vicdani redciler hapisle karşı karşıya’

Uluslararası Af Örgütü (UAÖ), 2 Ekim 2007’deki açıklamasında Türkiye’yi uyarmıştı. UAÖ’nün Türkiye araştırmacısı Andrew Gardner, vicdani reddin uluslararası bir hak olduğunu belirtip, insanları yargılamak yerine ayrımcı olmayan değişikliklerin yapılmasını istemişti. Gardner, “yetkililer vicdani redcilerin yaşadığı kötü muamele iddialarını incelemeli ve sorumluları kanun önüne çıkarmalıdır” açıklamasında bulunmuştu.

9 Nisan 2008 Çarşamba

Mekanın Kürdistan'ın yüreği olsun


Halil Uysal a
Başlık her şeyi ne kadar da basit ele veriyor.Evet yoldaş halil mekanın kürdistan/sosyalizmin yüreği olsun.Tam da başlığın söylediği gibi oldu.ben halil arkadaşla tanışmadan uzaktan ilk gördüğümde,artık pek secici davranılmıyor,ve doğa koşullarına uyum sağlayacak arkadaşların dağa çıkmasında özen gösterilmiyor diye hayıflanmıştım...Sonra benim gibi kazara buraya geldi diye düşündüm.O tam da bunu boşa çıkarmak için gelmişti.O dönemde fiziki anlamda bir çok arkadaş vardı ki düşünüldüğünde dağ koşulları için yaratılmış diye yorum yapabilirdin,fakat ruhen zayıflık yaşadıkları için bir çoğu arkasına bakmadan bile kaçmışlardı.halil arkadaş şöyle derdi devrimin sanatını örmek kürdistan devriminin sanatını örmek derdi.İki şeyden geçer öncelikle devrim partisi-ordusu nun en iyi nefheri olabilmek ve bu oluş gerçekleşirken de yeni insan olmanın parti-ordulu olmanın bir sorumluluğu bu yeni yaşamı onun vazgeçilmez bir kolu olan sinamayla bütün yaşam alanlarına yaymak derdi.Yılmaz Güney in şu söyledikleri ne kadar da Halil için doğru söylenmiş sözler"“Devrimci sanatçı devrimin hedefleri doğrultusunda görevlerle yükümlüdür.
Devrimci sanatı devrimin hedefleri doğrultusunda sürdürülen mücadeleden bağımsız düşünemeyiz. Mücadelenin dışında devrimci sanat olamaz. Bu nedenle, devrimci sanatçı, herşeyden önce, teorik ve ideolojik bir sağlamlığa ulaşmak için çaba göstermelidir. Yani bilimsel sosyalizmin temel yasalarını öğrenmeli ve toplumsal, siyasal mücadelesinin klavuzu yapmalıdır. Devrimci teoriyi kavramadan devrimci sanat yapılamaz.” Bir gün, göz sorunu ile ilgili aramızda şakalaşırken,ben şu soruyu sorduğumda fiziksel anlamda burada zorlanmıyormusun neden aşagıda kalmadın,orada daha faydalı olabilirsin diye sorduğumda,o aynen şunu demişti.Hayır zorluklar konusunda yanılıyorsun, ruhta eğer ideolojik politik strateji ve bunun yansıması olan yaşamlarımızla doğru orantıda yansıtabilirsek,bu doğal zorluk gibi gözüken alanlarda bir bütün uyumluluğu sağlayabiliriz,zor olan doğanın bize dayatıkları değil bize sunduklarını bizim özel mülkiyet hastalılığımızdan kaynaklı görmeyişimizle alakala olduğunu söyler bizim her yeri zenginleştirecek kocaman iddaaların insanları olduğunu söylerdi. Şimdi onu daha iyi anlıyorum,devrimci sanatın ancak be ancak devrimci teori politik bir bütünlüğün parçası olduğunda yaşamsallaştığını,bunun sonucunda ise ne zaman sizi kahpe bir kurşun da bulup vursada yüreği,böyle düşen bir arkadaşın yüreği/bilinci kürdistan oluyor,başında dediğim gibi güzel arkadaşım mekanın ileride kurulacak bağımsız-birleşik sosyalist Kürdistanın yüreği oldu....
rizgari

8 Nisan 2008 Salı

Ağrı dağına yürüyüş... - Halil Uysal


Ağrı dağına yürüyüş... - Halil Uysal


Gri balıkçılı görmek için yürüyorum. Zap nehrinin üzerinden buz gibi buğular yükseliyor. Aslında ben bu görünüme bayılıyorum. Şimdi tepelerin uçlarına vuran güneş birazdan vadinin içine ulaşacak ve bu buğu sessizce yükselip yerini suyun yüzeyindeki parıltılara bırakacak. Buz mavisi nehir kıyısında yürüdüğüm zaman içerisinde yosun yeşili bir nehre dönüşecek. Zap, gece mavisi kıyafetlerini çıkarıp günün yeşil tüllerine sarınacak. İşte tam bu esnada gri bir balıkçıl usulca süzülüp bu nehrin üzerinden geçecek. Ve ben sadece bu anı bir kez daha görebilmek için Zap kıyısında yürüyorum… Bu dağlarda bazı nesnelerin sihri olduğuna inanıyorum ve bir başkasına anlatıldığında bu sihrin bozulacağını da iyi biliyorum. Kim söylemişti hatırlayamıyorum; kişi doğanın ona sunduğu gizleri kendisinde saklamayı başarırsa, doğa ona daha çoğunu bahşedermiş; yeter ki, sırlarını kendinde tutmayı bilsin... Dağlarda geçirdiğim bütün bu zaman içerisinde gri balıkçıl her bahar bana bir kez görünmeyi ve kaybolmayı başardı. Ve ben de onun görünümüyle başladığım her yeni çalışmayı tamamlamayı başardım. Onunla çıktığım her yolculuğu sonlandırmayı bildim. Ve öyle bir an geldi ki, artık onsuz hiçbir şeye başlayamaz oldum. Onu görmeden, onun sabah güneşinde parlayan tüylerinden kendime, kalbime bir görünüm yerleştirmeden yola çıkmaz oldum. O da her yeni aşamada bana bir kez görünmeyi ve yüreğimi rahatlatmayı bildi… Önceleri bunun bir tesadüf olduğunu düşünüyordum. Bu coğrafyaya ait olmayan bu kuşun buralardan geçerken bu kıyıya inmiş olduğunu, bir zaman dinlendikten sonra tekrar yoluna devam edeceğini sanıyordum. Bunun öyle olmadığını yıllar boyunca giriştiğim her yeni çalışmanın arifesinde veya atıldığım her yeni yolculuğun başlangıcında onunla karşılaştıkça fark ettim. Gri balıkçıl buralardan gitmiyordu, yoluna devam etmiyordu. Sanki bu nehir onun eviydi… Kuzey Kürdistan’a yaptığım yolculuğun benim için birçok nedeni var. Bunlardan ilki ve bütün arkadaşlarımın bildiği; Botan’da başlayıp Ağrı Dağı’nda sonuçlanacak ve kuzeyin gerillasını anlatacak bir belgesel film hazırlamaktır... Bu benim en geçerli gerekçem ve bütün arkadaşlarım tarafından onaylandı. Daha önce hiçbir kameraman tarafından denenmemiş, yapılmamış ‘Ağrı Dağı’na Yürüyenler’ ismini verdiğim bu çalışmayı sonuçlandırdığım günü düşünmek bile bana büyük bir heyecan veriyor. Kıyasıya bir savaşın yaşandığı bu coğrafyada bu çalışmayı başarır mıyım, bilemiyorum. Ama, en azından Kabe’ye yürüyen karınca misali yollarında ölürüm... Dağa gelmeden önce çok kısıtlı bir kamera ve fotoğraf eğitimim vardı. Onun dışında hiçbir eğitimim yok bu konuda. Asıl dağlar beni bu çalışmaya sürükledi. Dağlarda benim de fark etmediğim ama hissettiğim bir gelişme oldu. Bunun nasıl olduğunu izah edemem ama içinde yaşayarak, paylaşarak, dağ atmosferinde aynı havayı tadarak, hem düşünsel olarak, hem de teknik olarak birçok farklılaşmayı yaşadım. Benim fotoğraflarım, kameracılığım dağlarda gelişti. Ben bunun bir dağ sırrı olduğuna inanıyorum. Dağa gelince fark ettik ki, burada koca bir dünya var. Asıl mesele benim bu yaşamı anlatma istemim. Asıl mesele bu yaşamı ne kadar sevdiğimi göstermek. Benim gerçek arkadaşlarım burada oldu. Onları yansıtmak, kalıcı kılmak, bir şekilde hayatta ve akıllarda tutmak istedim. Çünkü bunlar Kürt halkının en kahraman, en güzel çocuklarıydı. Kürt halkının en seçilmiş, en güçlü, en değerli bölümü geldi dağlara. O değerlerin içinde yaşıyor olmak, o değerlerin içinde bulunuyor olmak hep bana mutluluk verdi. Yaşadıkça, çektikçe ve fotoğrafladıkça benden onlara ve onlardan bana akan bir döngü kuruldu. Bu yolculuğa Kürdistan’ın güzellikleri için koyulmuştum. Kameramla o uçsuz bucaksız güzelliklerini toplayacaktım. Gerillanın yaşadığı bütün dağlara çıkacak, kokladığı bütün çiçekleri koklayacak, silahım en son kullanacağım eşyam olacaktı. Kuzey’e geçişimin ilkinden daha önemli ve daha az arkadaşımla paylaştığım nedenini düşünüyorum. Savaşın orta yerinde olmak istemiştim. Hayatımın geri kalan yıllarını başka bir yerde değil Kuzey topraklarında tamamlamaktır hayalim. Denizler ortasında zehirlenmeye çalışılan O güzel insana ve O’nun yarattığı halka topyekün bir savaş dayatılırken, kıyısında köşesinde değil orta yerinde olmak istemiştim. Ve bütün malzemelerimi sırtlayıp Kuzey yollarına bu yüzden düşmüştüm. Hiçbir şey yapamasam da, en azından bu topraklarda gerillanın izinden yürümüş olurum... Bu yolculuğa çıkışımın en içsel ve en gizli nedeni yenilenmekti. Nasıl olacağını bilemiyordum ama kendimi bir kez daha yenilemenin, duygu ve düşüncelerime bir kez daha biçim vermenin yolunun bu topraklardan geçtiğini hissediyordum. Hiçbir şeyi eskitmeye katlanamıyorum. Kalbimde yaşattıklarımı hep ilk anki diriliğiyle, hep ilk anki heyecanıyla hissetmek istiyorum. Bunun yolunun da, hayatımız pahasına da olsa kalbin ve bedenin yenilenmesinden geçtiğine inananlardanım. Bu dağlarda bir hayat yaşadım. Çok başarılı olamasam da, temiz yaşadığıma inanıyorum. Ne bu dağlara, ne de bu dağlarda edindiğim yoldaşlara, bir kez olsun ne madden, ne de ruhen uzak düşmedim. ‘Uysal’ olan soyadım bu gerilla yaşamı içerisinde kendiliğinden Dağ oluverdi. Bu ismi hak etmesem de, layık olmak için elimden geleni yaptım. Benim dağa getirdiğim sadece kendi bedenim var. Ama benim dağdan aldığım şeyler çok fazla. Ben dağlarda yetiştim. Bir seyirci olarak değil. İçinde bir yaşayan olarak yer aldım. Örnek Beritan filmini verebilirim. Kürt tarihinde ihaneti anlatıyor, aşkı anlatıyor, direnişi anlatıyor. Ben bunları birebir yaşadım. İhanete de tanık oldum. Direnen insanlarla birlikte kaldım. Aşkları ile ülkeleri ile birleştiren, en ön cephelere koşarak giden arkadaşlarla tanıştım. Bu hayatın bir parçası oldum. Yani bu hikayenin içindeydim. Daha diplere doğru yüzmeye koyuldum. Yüzeyde kalıp çırpınmaktansa diplere dalmaya, savaşın daha da kızgınlaştığı alanlara, taa orta yerine, göbeğine doğru kulaçlar attım. Yaşamsa en zorlusunu, en dayanılmazını, en vahşisini yaşamak zorundaydım. Ancak o zaman, diplerine daldığım bu dünyanın derinliklerinde bulabilirdim kendimi. Boğulmalıydım, yok olup gitmeliydim. Bu halk ordusunun içinde yitip gitmeliydim. Hiçbir şeyimden eser kalmamalıydı. Ve derinliklerden, diplerden güçlenerek çıkmalıydım. Kirlerinden arınmış, sıyrılmış ve kendini yeniden yaratmış olarak çıkmalıydım. Bütün amacım bu oldu dağlarda. Madem dağa çıkmıştım, dağlı olmalıydım. Madem gerillaya gelmiştim, gerilla olmalıydım. Kıyısında değil köşesinde değil, Tam orta yerinde olmalıydım savaşın; dağın, acının, sevincin, zorluğun ve sevginin kıyısında değil orta yerinde olmalıydım. Bu dağlarda; Bir yaşam olacaksa, böyle olmalıydı. Bir ölüm olacaksa, o da böyle olmalıydı. NOT: Bu yazı Halil Uysal'ın yazılarından derlenmiştir. Halil Uysal, çalışması için yanına aldığı kamerasını geçtiğimiz Ağustos ayında Garisa’da yaşanan çatışmada yitirecek ve bu olayı “O çatışmadan sadece hayatımı alabilmiştim. O da yeniden başlamak içindi...” sözleriyle anlatacaktı.

ANF / 08.04.08

Halil Dağ yaşamını yitirdi


Halil Dağ yaşamını yitirdi
AMED (07.04.2008)- 2006 yılında çekilen Beritan filmiyle tanınan yönetmen Halil Uysal (Halil Dağ), Besta bölgesinde çıkan çatışmada 3 gerilla arkadaşıyla birlikte yaşamını yitirdi.

ANF'de yer alan HPG açıklamasına göre, Besta bölgesine yönelik 28 Mart-1 Nisan günlerinde TSK'nin gerçekleştirdiği askeri operasyonda, aralarında Halil Dağ'ın da bulunduğu 4 gerilla hayatını kaybetti. Açıklamada, çatışma esnasında 20 askerin öldüğü belirtilirken, 1 kobra helikopterinin de darbelendiği belirtildi.0

Hem yönetmen hem gerilla

Almanya doğumlu Halil Uysal, 1995'te gerillaya katılarak savaşmaya başladı. Gerillaya katıldığı ilk dönemlerde gerilla yaşamını fotoğraflayan Uysal, kısa film denemeleri yaptı. 2006 yılında beğeni ile izlenen “Beritan” adlı filmi çeken Uysal, Kürdistan'daki gerilla yaşamını anlatacak “Ağrı Dağı'na Yürüyenler” adlı proje için bir süreden beri Kuzey Kürdistan'da bulunuyordu. Uysal, gerillada yaşadığı anılarını ise 1998 yılında yayınladığı “Halil'in Gözü” adlı kitabında toplamıştı.

4 Nisan 2008 Cuma

CEJNA NEWROZ PİROZ BE!

Newroz direniş, yeniden diriliş, devrimci Kawaların direniş çağrılarında tutuşan bir isyan ve mücadele günüdür. Newroz yüz yıllardır bu anlayışla kutladı, bugün de her şeye rağmen, tüm saptırma, özdenboşaltma çabalarına rağmen bu duygularla kutlanıyor. Halkımız, yine alanlarda, yine Newroz halaylarında, yine direniş ateşleri üzerinde atlayarak bağımsız ve özgür ufukları, yeni yaşam umutlarınıselamlıyor! Bununla birlikte Newroz'u gölgeleyen, özünü boşaltan çabalar da az değil... Newroz, bir direniş günüdür, ideolojik, politik ve ruhsal kapsamı derin, kendisini sürekli büyüten ve yeniden üreten bir mücadele günüdür! En başta sömürgeci sistemle hesaplaşma günü, ulusal kimliğineinat ve kararlılıkla sahip çıkma günüdür! Tüm saptırma ve ulusal kimlik isteminin içini boşaltıma çabalarına rağmen bu, yine de böyledir! Ateş, dağların yükseltilerinde, tepelerinde yakılan ateş, sadece bir direniş ve zorbalığa başkaldırı işareti mi? Direniş ve zafere yürüyen büyük mücadelenin tüm toplum tarafından benimsenmesi,topyekûn bir ulusal seferberliğin gerçekleştirilmesi gerekir. Kawa efsanesinde olduğu gibi, dağ başlarında yakılan ateş, bir mücadele çağrısı, bir iletişim ve örgütlenme aracı, bir araya toplanma vezulmün kaleleri üzerine yürüme silahıdır! Bu noktada Çağdaş Kawa Mazlum Doğan'ın Newroz eylemine sözü getirmek istiyoruz. Halkların, sınıfların, parti ve örgütlerle bireylerin tarihlerinde yenilgiler vardır, yenilgi ve başarı paradoksal birbütünü ifade ederler. 1981 yılında 12 Eylül faşizminin Diyarbakır zindanlarında geliştirdiği teslimiyet, ihanet ve vahşet politikalarına karşı PKK tutsakları 7-8 ay süren dişe diş bir direnişgeliştirdiler. Kısa bir süre içinde mevcut olarak 100 dolaylarında bir sayıya inmelerine rağmen direnişte tereddüt etmediler. Sadece fiili ve diğer eylem biçimleriyle direnmediler, aynı zamanda bununideolojik-politik ve teorik olarak haklılığını, gerekliliğini, kaçınılmazlığını savundular, düşünsel ve ruhsal dünyalarını bununla donattılar. O dönemde Diyarbakır zindanında yatan diğer Kürt gruplarıgibi 12 Eylül vahşetine "direnemeyiz, direnirsek hepimizi duvar diplerinde götürürler" gibi teslimiyet teorilerini yapmadılar. Direnmenin salt bir onur, kimlik ve kişilik sorunu olarak değil, aynızamanda bağımsızlık ve özgürlük bilinci, umudu olduğunu ve mücadelesi açısından tarihsel ve yaşamsal önemini kavradılar. Dayatılan politikanın özünü ve direnişin yaşamsal önemini kavramış veiliklerinde hissetmişlerdi. Bu, çok önemliydi, daha sonraki görkemli direnişlerin düşünsel ve ruhsal temel gıdasıydı. Bu, "Direnmek yaşamaktır" sözünde ete kemiğe bürünmüştü. Büyük bir direniş yürütüldü, ancak Mayıs 1981'ın sonlarına doğru yenilgiye uğradı. Direniş yenilgiye uğradı, ama yenilginin teorisi yapılmadı, her fırsatta ve her yerde yenilginin olumsuzluğu,yarattığı ve yaratacağı sonuçlar ifade edildi, direnişin önemi ve kaçınılmazlığı vurgulandı. Aslında direniş tümden bitmemişti, zindanlarda yenilgi vardı, dayatılan kurallara uyuluyordu, ama buuymanın sınırları, direnç noktaları bilinçte belirlenmiş ve fiili olarak uygulanıyordu. Mahkemelerde ise PKK, Kürdistan, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi en etkin biçimde ve en üst düzeydesavunuluyordu. Öyle de olsa bu, bir avuntu, savsaklama ve içinde yaşanılan durumu meşrulaştırmada bir gerekçe-bahane yapılmıyordu. Direnişi her zemin, her alan ve düzeyde egemen kılmanın gerekliliğisavunuluyor, direnişi bütünlüklü yaşama zorunluluğu vurgulanıyor, bunun pratik çabası sergileniyordu. Dayatılan ağır koşullar, vahşet düzeyindeki işkence, her anı işkenceye dönüştürülen günlük yaşamınkendisi bahane gösterilerek içinde bulunulan durum kabul edilebilir görülseydi, daha sonraki görkemli direnişlerin hiçbiri olmayacak ve zindan duvarları, sadece zulüm duvarları değil, utanç duvarlarıolacak, onuru ve kişiliği un ufak edilmiş, umudu yok edilmiş bir kuşak ortaya çıkacaktı. O tarihi koşullarda ölümüne direniş değil, aman dileyen, yalvaran, "hizmete hazırız" diyen kadrolar olsaydı, etkileri dağa, serhıldanlara uzanacak büyük direnişler gelişebilir miydi? Mazlum, son derece onurlu, başı dik, ilkelerine sonuna kadar, ölümüne bağlı bir devrimciydi. Her zaman direnişlerin önünde oldu, en son eylemiyle zindan tarihinde bir dönüm noktası oldu, mücadelemizdeDevrimci Kawa adıyla direniş simgesi haline geldi. 1981 yenilgisinden sonra Mazlum'u sevinçli gören, gülerken gören tek bir tanık yoktur. Bu, boşuna değildir. Bu, yenilgi ve teslimiyeti içinesindirmeme, hiçbir biçimde kabul etmeme duruşudur. Bu duruş, onu büyük direnişe götürdü. Teslimiyetin ihanete götürdüğü, bu ihanetin salt ihanet kavramıyla açıklanamayacağını biliyordu ve günlükyaşamın acımasız pratiği bunu her an doğruluyordu. Bu bilincin başka bir boyutu daha vardı: Mutlaka kazanmak, bir daha yenilgi yüzü görmemek kesin kararındaydı. Mutlak başarı, başarıyı hiçbir risk altına sokmama anlayışı, onun eylem biçimine de yansıdı... O koşullarda kesin sonuç, mesajıntereddütsüz verilmesi başka türlü olanaklı değildi. Bu düşünsel ve ruhsal duruş onu Çağdaş Kawa haline getirdi. Bugün Kürdistan'da binlerce Mazlum adını taşıyan genç, çocuk varsa, onun adı bütüngüncelliğiyle bilinçlerde ve günlük eylemdeki canlılığını koruyorsa bu, boşuna değildir! Mazlum'un direnişi, Dörtlerin Eylemi, 14 Temmuz Ölüm Orucu Eylemi ve daha sonra Eylül ve Ocak Direnişleri için bir esin kaynağı, öncü ve ateşleyici gücü oldu. Ve Zindan Direnişi, 15 Ağustos Atlımı vedaha sonra büyüyecek kitle direnişleri için ateşleyici bir güç oldu. Bugün bu gerçeği sömürgeci çevreler de eksik bir noktadan da olsa teslim etmek durumunda kalıyorlar. Onlar, Diyarbakır'da yaşatılanişkence vahşetinin daha sonra gelişen gerilla ve serhildanların en önemli teşvik edici, tetikleyici gücü olduğunu söylerler. Ama bu eksik ve eksik olduğu için yanlış olan bir değerlendirme... EğerDiyarbakır'da andığımız devrimci direnişler olmasaydı, işkence ve vahşetin kendisi tek başına direnişi tetikleyicisi bir rol oynayabilir miydi? Hayır, işkence ve vahşetin kendisi tek başına, bir direniş ve öncü karşı koyuş olmadan ateşleyici bir güç olamaz! Tersine korku ve teslimiyetin esas dinamiği işlevini görür! Zaten zindanda dayatılanvahşetin amacı, korkmuş, sinmiş, utanç içinde bırakılmış, dayatılan her şeye itirazsız boyun eğen bir toplum yaratmaktı. Direniş, bu politikalarını boşa çıkardı, direniş kendisini büyüttü, çoğalttı vetoplumsal temele oturttu... Bunlar ne kadar gerçekse, devrimci direnişin kurumlaşmadığı, tersine tek kişiye dayalı bir iktidar siteminin oturtulmasında ve kurumlaştırılmasında hoyratça kullanıldığı da bir gerçektir! Newroz ileanılan ve sergilediği direnişle adı Çağdaş Kawa olarak anılan Mazlum'un düşüncesinde, eyleminde ve yaşam çizgisinde "devlete hizmet" sözü var mı; yine onun ufkunda bu düzen ve devletten aman dilemek,af edilmek, düzenin meşruiyeti karşılığında düzen sınırları içinde içi boş bir siyaset yapma anlayışı var mıydı? Peki, şimdi meydanlarda, sokakta kulağınıza çarpan, bilincinize seslenilen sözlerin,sloganların Mazlum'un direnişi ve eylem çizgisiyle en sıradan bir ilişkisi var mı? Olmadığı çok açık! Peki, bu, Newroz'un devrimci, direnişçi, özgürlükçü özünün boşaltılması değilse nedir? Sömürgeciler, Newroz'u Nevruzlaştıramadılar, ama İmralı tasfiyecileri, onun devrimci, direnişçi, Mazlumca özünü boşaltmaya, Nevruzlaştırmaya, tasfiyeci çizgilerinin hizmetine koşmaya çalışıyorlar... Uzun sözün kısası, devrimci, direnişçi Newroz'umuza sahip çıkalım! Newrozlarda Mazlumların bayrağını yükseltelim! Onların bayraklarında bu devlet ve düzenden af ve kırıntı dilenciliği değil, bağımsızve özgür ufuklara yürüme kararlılığı vardı! Newroz ateşlerimizle bu bayrağı yeniden yazalım ve yükseltelim! Newroz ateşiyle bilincimizi, ruhumuzu ve eylemimizi yeniden yaratalım! Bîjî Newroz! Yaşasın Mazlumların Newroz'u! 20 Mart 2008 (Kürdistan Devrimci Sosyalistleri)

yorum

anarşizm; ideoloji mi metodoloji mi?


anarşizm; ideoloji mi metodoloji mi?

"Anarşist geleneğin uzun yıllardır sahip olduğu garip özelliklerinden biri de; sıklıkla yüksek derecede otoriter kişilik özellikleri gösterenleri, doktrinler oluşturanları, 'Gerçek İlkeler' diye tanımladıkları şeyden farklı düşünenlere ağır suçlamalar getirenleri, içeriyor olmasıdır. Anarşizmin tuhaf bir biçimi bu."

Noam Chomsky

Anarşist harekette çözümsüz kalan konulardan biri anarşistlerin doğasıyla doğrudan ilişkilidir. Anarşizm konusunda biraz malumatı olanlar bilirler ki, anarşistler arasındaki en açık ayrılık toplumsal anarşizm ile yaşam tarzı anarşizm üzerine yaşanmaktadır. Bir grup sınıf mücadelesini faydasız, amaçsız ve yersiz olarak görüp alay ederken; diğer grup ise geri kalanın anarşist olmadığını, daha çok sahte tavırlı burjuvalar olduğunu iddia etmektedir.
Sıradan bir okuyucu için bu tartışma önemsiz, hatta saçma olarak görülebilir ve bu birçok açıdan doğrudur da. Toplumsal anarşizm/yaşam tarzı anarşizmi tartışması ‘anarşist olmanın ne anlama geldiği’ düşüncesi etrafında dönmektedir.
Bununla beraber, bu tartışma pek de kesin çizgilere sahip değildir. Yani, ‘uyulması gereken kurallar ve gelenekler bütünü’ fikri çerçevesinde, anarşizm bir ideoloji mi, yoksa ‘bir hareket tarzı veya gayrı meşru otoriteye karşı tarihsel bir eğilim’ yaklaşımıyla metodoloji midir? Ben toplumsal anarşizm ve yaşam tarzı anarşizm arasındaki ikilemin temelini bu tartışmanın oluşturduğuna inanıyorum ve bunun üzerinde durmaya çalışacağım.
İdeolojik anarşistlere Anarşist -büyük ‘A’lı anarşistler-, metodolojik anarşistlere ise anarşist -küçük ‘a’lı anarşist adını veriyorum, böylece kimi kastettiğimi anlayacaksınız.
Anarşizmin net, belirli bir anlamı vardır. Örneğin, Amerikan Heritage Sözlüğü’nde şöyle tanımlanmıştır:
1) Yönetimin her şeklinin baskıcı ve istenmeyen olduğunu ve de ortadan kaldırılması gerektiğini belirten teori. 2) Anarşistlerce, devlete karşı ortaya konan aktif direnç ve terörizm. 3) Tüm birleşik kontrol ve otorite şekillerinin reddedilmesi.
Öyleyse bu bakış açısına göre anarşist; tüm yönetim şekillerini baskıcı ve istenmeyen olarak gören, tüm birleşik kontrol ve otorite şekillerini reddeden kişi anlamına geliyor. Bu ölçütlere uymayan biri anarşist sayılamıyor.
Bu düşünce anarşizmin bir ideoloji olduğu görüşünü -ana bir ilkeyle temellendirilmiş tutarlı düşünceler bütünü- destekliyor. Eğer böyle bakılırsa, anarşist olduğunu ‘söyleyen’ herkese anarşist denilebilir mi?
Elbette hayır, yaşamtarzcılık tartışmasının temelini bu oluşturur, aynı entelektüel bir hakaret olan ‘anarko-kapitalizm’ konusundaki anarşist karşı duruşta olduğu gibi.
Ancak ideolojik ve metodolojik muhalefet arasında bir fark olduğu göz ardı edilemez. ‘A’narşistlere bakarsak, anarşizmin ne olduğunun sınırları çizilmiştir düşüncesine dayanarak ‘X anarşizm değildir’ derler. Onlar için bunu kanıtlamaya veya tatbik etmeye gerek yoktur, iddiaları başlı başına yeteri kadar gerçektir.
‘a’narşiste göre ise, yaşamtarzcılık ve ‘anarko’-kapitalizm metodolojik olarak anarşizme giden yol olmadığından reddedilmiştir. Benzer sonuçlara ulaşmak için yanlış araçlar, örneğin insan mutluluğunu kullanırlar.
Yaklaşımlar arasındaki fark açık sanırım?

Delilik vs. metod
A’narşist, toplumsal devrim için ideolojik uygunluğu ön gereksinim olarak vurgular -başka bir deyişle, A, B ve C doktrinlerini yutarsınız artık bir Anarşistsinizdir. Hareket planları şu minvalde gerçekleşir: 1) merkezi bir Anarşist örgütlenme yaratmak 2) İşçi sınıfına Anarşizm ilkelerini öğretip, onları eğitmek (doktrini aşılamak) 3) bu suretle bir kitle hareketi oluşturmak 4) toplumsal bir devrim yaratmak.
Anarşist; “hakikati yaymak” adına manifesto, platform veya başka bir yol gösterici doktrinle uyuşur, düşünce ile hareketin birliği, ve ideolojik uygunluğun etkili örgütlenmenin temeli olduğuna vurgu yapar.
anarşist bunların hepsini reddeder. Bizim sıralamamızsa şöyledir: 1) anarşist örgütlenmeler, kendilerine yönelik bir talep olmadıkça yaratılamaz 2) doktrinin aşılandığı insanlar özgür değildirler 3) merkezi bir otoriteyle temellendirilen (örneğin, merkezi Anarşist örgütlenme) ve doktrinin aşılandığı bir kitleyle beslenen bir hareket genel ve toplumsal değil, elit ve politik bir hareket olacaktır 4) Böylesi bir çaba sonucu, toplumsal devrim, anarşistlerin iktidarı ele geçirdiği politik bir devrime dönüşecek ve ihanete uğrayacaktır.
Bu anlamsal bir farklılık değil; aksine hareketin tam kalbinde bulunuyor ve bu tartışmanın başlangıcı Bakunin’in denemelerinde de görüldüğü gibi Birinci Enternasyonel’in kuruluşuna kadar gidiyor.
Haklı olan kim? Ben anarşizmin metodik yanının, ideolojisinden çok daha önemli ve yaşamsal olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünüyorum çünkü dilin, bilhassa büyük emeller peşinde koşmaya hizmet ederken, her zaman olduğu gibi güç elitlerine hizmet ettiğine inanıyorum.
Bir grup kendini Anarşist olarak tanımlayabilir, ancak bu onları gerçekten anarşist yapmaz, değil mi? Sadece isimlerine bakıp fikir yürütmek yerine, kendi ölçütlerinizle değerlendirme yapmalısınız.
Toplumsal mücadelenin iki modelinden biri Marksist model -politik bir öncünün kitleleri sosyalist bir topluma yönlendirmesi düşüncesi- ve diğeri Bakuninist model- tüm politik otoritenin reddi ve genel bir doğrudan eylemliliğin, sosyalizmin tahmin edilemeyen bir fi tarih yerine ‘burada ve şimdi’ uygulanması düşüncesi.
Günümüze bakarsak, Marksist model bir yüzyılı aşkın bir süredir radikal solda baskın durumdaydı; lakin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, on yıllardan beri ilk kez ideolojik atmosfer soluk almaya başladı. Bu tartışma bu yüzden tam vaktinde ve kritik, çünkü anarşizmin büyümesi ve ilerlemesi bir ölçüde buna da bağlı.
İtirazımın asıl nedeni ideolojik anarşizmin serbest düşünmeye ve doğrudan harekete değil de itaate, pasifliğe ve dıştaki bir mekanizmaya (manifesto, platform veya diğer kontrol mekanizmaları) uygunluk zorunluluğuna dayanıyor olması. Bundan başka, Anarşizmi merkezden dışa yayma amacıyla üst-ast temelli merkezi bir örgütlenme izlenmesi de itirazımın gerekçelerinden biri.
Özgür bir topluma ulaşmak için, özgürlüğü kısıtlayan araçlar kullanmak gülünç olur. Arkanızda henüz bir kitle yokken, popüler ve özgürlükçü bir örgütlenme yaratmanız da bir o kadar saçmadır. Bunlardan size kalan, hiç de sürpriz diyemeyeceğimiz bir şekilde, radikal solun bugünkü haliyle paralellik gösteren, elit bir aktivist kadrosu olacaktır.
İdeologlar için doktrinin saflığı her şeyden önemli olduğu için kaçınılmaz olarak şu sonuçlara varırlar: 1) bitmek bilmeyen bir şekilde küçük, önemsiz konuları tartışmak 2) sürekli bir hain aramak ve ondan arınmak 3) potansiyel yol arkadaşlarını bu elitizm yoluyla yabancılaştırmak.
Anarşizm “herşey mübah” türünden bir kavram değildir, bir anlamı vardır. Bununla beraber, bir emekçinin harekete “uygun” hale getirilmesi için ona bir doktrinin aşılanması zorunlu değildir. Noam Chomsky, anarşizmi “insanların gayrı meşru otoriteye karşı başkaldırmaya olan tarihsel eğilimi” olarak açıklarken metodolojik bakış açısını en iyi şekilde ifade etmiştir.
Örneğin; 1921’de, Kronştad denizcileri Bolşeviklere karşı başkaldırarak -gayrı meşru otoriteye karşı genel bir doğrudan eylemlilikle- metodolojik anarşizmi uygularken, Bolşevikler, aksi yöndeki iddialarına rağmen, kendilerini iktidarla güvenceye almak suretiyle Devrime ihanet ettiler.

Anarşistler değil anarşizm
Anarşistler, insanları Anarşiste dönüştürmeye çalışmak yerine, anarşist düşüncelerin yayılması ve daha da önemlisi anarşist örgütlenme yöntemleri üzerinde durmalıdırlar. Bu oldukça önemli bir ayrım.
Anarşistler, toplumsal mücadelenin kendisinin -eylem yoluyla propaganda ile- kitleleri politize ve radikalize ettiğini düşünür. Kolektif doğrudan eylem sayesinde oluşan öz yetkinlik sonucu karşınızda anarşistleşmiş insanlar -anarşizm düşüncesini doktrinler yoluyla değil, pratik deneyimler sonucunda kavrayan yoldaşlar- bulursunuz, önemli olan da budur. Bu yöntem sonucunda elinize geçen yetkinleşmiş, doğrudan eylemden çekinmeyen, aktif serbest düşünürlerdir, yani anarşistler.
Tüm aktivistlerin anarşist olduğunu söylemek yanlış olur, çünkü değiller. Sağ kanat azımsanmayacak bir gerici aktivist kitleye sahiptir, ama aslında bu aktivistler geniş bir otoriter yapının görevli memurlarıdır -efendileri emrettiğinde harekete geçen asalak sürüsüdürler. Veya, daha yaygın şekliyle, aldatılmaları ve manipüle edilmeleri sonucu kendi çıkarlarına taban tabana zıt bir pozisyona düşen iyi niyetli insanlardırlar.
Oysa gayrı meşru otoriteye karşı birlikte çalışan, örgütlenen ve doğrudan eyleyen bir grubu ele aldığınızda, itaat ve pasiflik için çağrı yapan diğer doktrinlerden çok anarşizme sıcak bakan insanlar görürsünüz. Anarşistçe yöntemlerle sürdürüldüğünde, toplumsal mücadele kendiliğinden anarşist düşünceyi yayacaktır.
Maalesef, bugün emekçiler arasında dayanışmayı örgütlemek yerine inatla ve bitmek tükenmeyen bir şekilde kendi dogmaları üzerinde odaklanan bir Anarşistler -ideologlar- güruhu görüyoruz. Bu durum da, elitler, hizipler, klikler ve çekirdek kadroların hüküm sürdüğü, anarşist hareketin bugünkü kasvetli ve sıkıntılı haline sebep oluyor.
İdeolojinin Ana Kuralı -ideologun asla ve asla yanılmayacağı fikri- tartışmaların da asla bitmemesi ve herkesin sayısız küçük ve ilgisiz parçalar halinde bölünmesi anlamına geliyor.
Metodoloji ise, neyin işe yarayıp, neyin yaramadığı ve bu noktalar arasındaki derece farkları konusunda daha açıktır. Bir strateji işe yaramıyorsa, yararlı olana dek onu düzeltene dek üzerinde çalışırsınız.
Biz anarşistler, emekçilerin “şu an ve burada” devrim için hazır olduğunun farkındayız. insanlar içgüdüsel olarak özgürlüğe ve yaşam koşullarındaki iyileşmelere meyillidirler. İnsanlar köle olmak istemiyor -iktidardakiler özgür olduklarına inandırılmak için ne kadar uğraşsa da gerçekte özgür değiller. Anarşistler -neredeyse marxist bir bakış açısıyla- emekçilerin “mesajı almak” için fazla ırkçı, cinsiyetçi, hımbıl ve homofobik olduklarını düşünseler de; bizler özgürlüğün herkese yaraşacağına inanıyoruz.
Gerçekte, işler ne zaman Anarşistlerin istediği gibi gitmezse, kendileri dışındaki herkesi suçlamaya başlarlar, bu da solun ayrılmasına ve giderek elitist olmasına yol açar -siz, işçiler Yüce ve Asil Düşüncelerimizi anlamak için fazla aptal, ırkçı ve cinsiyetçisiniz. Bu yaklaşım, işçilerin neden radikal solu görmezden geldiğini açıklamaya yardımcı olacaktır.

İdeoloji ve insan doğası
Tüm ideologlar insan doğasına dair negatif bir görüşü paylaşıyorlar: insanın temelde kötü olduğu ve geliştirilmek zorunda olduğu (geliştirilmekle kastedilen, onların başını çektiği bir doktrinin tamamlanması süreci). Dahası, ideologlar kendilerini bu negatif genellemenin dışında tutup, kendilerinin iyi, dünyanın geri kalanınınsa kötü ve bilinçsiz olduğunu iddia ediyor.
Oysaki bu görüş anarşizmle hiç de uyumlu değil ve kesinlikle otoriter ideolojilere yakın. Otoriterler hepimizin temelde kötü olduğumuzu ve eğitimin, gözetimin zorunlu olduğunu düşünür ve de en çok ele geçirmek istedikleri şey olan ‘kontrol’ün kaçınılmazlığını savunurlar.
anarşist ise, aksine, insanın temelde iyi olduğunu ve yönlendirmeye, baskıya ve kontrole ihtiyacı olmadığını öne sürer. Biz toplumdaki şeytanların birileri kontrol ve baskı istediği için ortaya çıktığını biliyoruz; güç, ayrıcalık ve kontrolün en iyi niyetli insanı bile suç ortağı bir yöneticiye dönüştürebileceğini de.
Başka bir deyişle, anarşistler, insanı iyi olarak tanımlarken, ideologlar bunun tam tersini savunuyor, kontrol ve otorite sistemlerinin olmazsa olmaz mekanizmalar olduklarını ileri sürüyorlar (bu sistemleri onlar yönettikleri sürece tabi -eğer başka biri onları kontrol ederse işler değişir- iktidar ellerinde değilken anti-otoriter görünürler -sadece iktidara ortak olmalarını bekleyin, gerçek yüzlerini göreceksiniz). Bu ayrım oldukça önemli ve bu kurumlardan çıkan örgütlenmelerin doğasını belirliyor.
İnsan doğasına dair negatif görüşle temellendirilen örgütlenme daha çok güç ve kontrol üzerinde durup, bunları olduğunca az kişinin eline bırakıp merkezileştirecektir. İnsan doğasını iyi olduğunu kabul eden tarafsa gücü yaymanın, kontrolü ortadan kaldırmanın, merkezi idareden vazgeçmenin ve bunları olduğunca fazla kişinin eline bırakmanın yollarını arayacaktır.
İdeologun en tehlikeli tehdidi ise kendilerini, kendi kurallarından muaf tutmalarıdır, bu ayrıcalıklı görüş onların “ışığı görmüş” olmalarından ve geri kalanın ya aptal ya da kötü olmalarından kaynaklanıyor (evet kötüler, çünkü yüce doğrulara sırtlarını çeviriyorlar). Eğer onların programına karşı çıkarsanız, gerekçeniz ne olursa olsun, suçlusunuzdur.
Bu yüzden, ideologun en doğal akıbeti güç kullanımıdır, dogmatik ve mantıksız olduklarından, meşruiyet için tek dayanakları güç ve şiddettir, bu da beraberinde merkeziyetçiliği ve güç kullanımını getirir. Bunun en yeni ve en tehlikeli şekli de devlet örneğidir.
Başka bir deyişle, ideolog katı bir otoriterdir, tehlikesi bundan kaynaklanır. Anarşist gibi görünürler, çünkü gücün bir parçası değilken gücün varlığını reddederler. Ama aslında gücün kendisine değil, kendilerine yetki verilmemesine karşı çıkarlar. Otoritenin bir basamağına ulaştıklarında, kendilerinden öncekiler kadar despot olurlar.
Otoriteleri ideolojilerinin -Büyük Düşüncelerinin- içindedir, ve buna karşı çıkacak olanlar riski göze almak zorundadırlar. Galleanistler’i (İtalyan anarşist Luigi Galleani’nin taraftarları) yoldan geçen birçok masum insanı seri şekilde bombalamaya iten de buydu. Çünkü onlara göre, “Büyük Düşünce” yi anlamayan hiç kimse masum değildi.

Doğru olan şu ki: doğru diye bir şey yok
Politik bir yazıda geçen bu cümle mantık dışı görünebilir. Söylemek istediğim; anarşistler Doğrunun, en güçlünün arka cebinde olmaya meyilli olduğunu düşünür. Başka bir deyişle, en güçlü olan kendi görüşlerini doğru ilan eder ve aksi yönde konuşursanız (ya da sadece düşünürseniz) sizi lanetler.
Esas Doğruya ilişkin iddialardan daha ideolojik bir tartışma olamaz ve bence anarşistler bu tartışmaların bir parçası olmamalılar. Bizim görüşümüz, aksine, savunmaya değer tek bir doğrunun aslında var olmadığıdır. Çünkü herkesin anlayacağı ve göreceği sonsuz doğrular yoktur, yalnızca bize mantıklı gelen ve gelmeyenler vardır.
Gerçeklik vardır (gerçi bu bazı filozoflarca hala tartışılmaktadır) ve doğrular tamamen sübjektifken gerçeklik objektiftir. Bir taşı alıp bıraktığınızda düşecektir, çünkü yerçekimi objektif bir güçtür, gerçektir. Doğru herhangi başka bir kaynaktan değil, gerçeklikten yola çıkar.
Doğrunun öznelliği, otoriterlerin çok rahatsız olduğu bir durumdur. Çünkü bu devrimci bir kavram, eğer doğru öznelse, bu toplumun çatısının yıkılacağı anlamına gelir. Hukuk, din, Devlet bunların hepsi, bazılarının Doğru diye iddia ettiklerinin arkasında aslında güç ve baskı olduğunu fark ettiğinizde çökecektir. Güç söz konusu olduğunda; gerçekte efsaneler, yalanlar ve batıl inançlar bütünü olan Doğru gündeme gelir.
Anarşistler doğrunun öznel olduğunu savunurlar. Bu savunu, dogma ve manifestolara karşı çıkışımızın da temelini oluşturuyor. Bazıları buna çabalasa da, hiçbir anarşist, her durumu, çelişkiyi veya etkileşimi açıklayacak yüce bir manifestoyla kendini ifade etme yolunu seçmemelidir.
Serbest düşünme, sonsuz Doğrunun yokluğunda güvenilecek tek metodolojidir. Bu metodoloji, başkasının sizin dünyanızı sizin için tanımlamasını değil, kendiniz için neyin ne olup olamayacağını düşünüp değerlendirmenizi gerektirir ve bu tarz düşünmenin değeri güçte değil, mantıkta yatmaktadır.
Otoriterler, tabii ki sadece kendilerinin görebildiği bir objektif ideal olan Doğruya sadık kalırlar. Bu süreçte size düşen Doğruya itaat etmek ya da ona direnmek ve bu karşı çıkıştan dolayı acı çekmektir. Bu nedenle, özgürlüğü el üstünde tutan kapitalist ‘kendi’ mülkünün üzerine “Buraya izinsiz girenler vurulacaktır” yazar ve gece rahat uyur, (Oysa bu uyarıyı yazanın kendisi mülküne sahip olmak için başka insanları vurmuştur) ve tanrıdan korkan hıristiyan, Kutsal Kitaptan ‘ötekini sev’ vaazında bulunurken meşaleye bir cadı koyar.
İdeologlar, asil cümlelerini gaddarca eylemleriyle daima ayaklar altına alırlar. Anarşistler bunun bir parçası olmaya ihtiyaç duymazlar. Onları ve onların Doğrularını reddediyoruz.

Öyleyse herşey anarşizme uyar mı?
Anarşizmin Doğruya karşı çıkışı, anarşizmin hiçbir dayanağı olmadığı anlamına mı gelir? Evet ve hayır -gayrı meşru otoriteye zarar veren anarşisttir, vermeyense değildir. Bu metodolojimizin, ayrıcalıklı ve güçlüye direnişimizin de temelidir.
Baskı olmadığında (örneğin, serbest ortaklıklar) meşru olan tek otorite özgürce kabul edilendir. Bu birçok sıradışı aktiviteye açık kapı bırakır ve anarşizme her şeyin uyduğu “görüntüsünü” yaratır. Özgür karar alabilme, yalnızca toplumun üyelerinin uyumlu çalışmalarıyla ve örgütlenmeleriyle sağlanabilir.
Bundan dolayı, yaşamtarzcıları reddediyoruz. Çünkü onların aradıkları narsistik bir otonomi ve bu birleşik parçalardan oluşan toplumumuzda imkansız ve hiç de anarşistçe değil, çünkü içe dönüklük adına dayanışmayı yok ediyor, sınıf mücadelesini ve örgütlenmesini küçümsüyor.
Yaşamtarzcılığa karşı çıkışımızın metodolojik temeli, yaşamtarzcı da dahil olmak üzere kimseyi özgürleştirmiyor olması ve bu yüzden de gayrı meşru otoriteye karşı hiçbir tehdit oluşturmamasıdır. “Geçici otonom bölgeler”, baskının başlıca kaynağı Devleti itiraz kabul etmez, dokunulmaz ve bozulmaz olarak gördüğü için pek de gerçekçi sayılmaz.
Yaşamtarzcılık, ideolojiye karşı olan itirazlarında haklı olsa da, bu yanlış bir metot. Toplumsal anarşist, yaşamtarzcılarla tartışmak yerine onları soytarılıklarıyla baş başa bırakmalıdır. Toplumsal anarşistin hedefi onların yaşamtarzlarıyla dalga geçmek yerine etkili bir şekilde örgütlenmek olmalıdır.
Anarşizm, başta örgütlenme ve eylem olmak üzere gözlem ve düşünceyi gerektiren rasyonel bir kuram ve felsefedir.

Tümden gelimci ve tümevarımcı anarşistler
Karşılaştırma ve mantıktan bahsederken ayrıntıyla incelenmesi gereken bir diğer konu da ideolojik anarşisti metodik anarşistten ayıran tümdengelim ve tümevarım konularıdır.
Tümdengelim, bir öncülden yola çıkarak açıklama yaptığınızda söz konusudur. Örneğin, “Ben bir anarşistim, bu nedenle her yaptığım anarşistçedir” dersem eğer. Kendi anarşizmimin doğruluğunu açıklarken tümdengelimi seçmiş oluyorum. Yaptıklarımdan herhangi bir şeyin anarşistçe olmadığını söyleyen biri olursa onu “Hayır, yanılıyorsun. Ben bir Anarşistim ve Anarşizmin ne olduğunu biliyorum ve benim yaptığım da Anarşizm. Benimle aynı fikri benimle paylaşmadığına ve ben bir Anarşist olduğuma göre sen de bir otoriter olmalısın, yani benim düşmanımsın” şeklinde cevaplarım.
Sorun açık mı? Bu tarz tümdengelimci ideoloji sadece Anarşizmle sınırlı değil. Aslında bu en çok insanların kendi söylediklerini uygulamadıkları otoriter ideolojilerde yaygın. anarşizm ise, tümdengelimi serbest düşünmeyi önlediği için ölümcül kabul eder. Tümevarımcı anarşizm, neyi niçin yaptığınıza bakar ve anarşist olup olmadığınızı bu temelde değerlendirir.
Gayrı meşru otoriteye karşı mücadele eden herkes anarşist değildir, zaten mesele de bu değil. Tümevarımcı anarşizme göre birinin anarşist olup olmadığının ölçütü iddia ettikleri değil, yaptıklarıdır.
Bu ayrım çok önemli, çünkü anarşist hareketin içine sinsice nüfuz eden otoriter öncü yanlılarına karşı hazırlıklı olmanızı sağlar. Bakunin’in Marx’a karşı çıkarken fark ettiği de buydu. Marx ve ekibi sosyalizm için uğraştıklarını “söylediler” ve programlarının sosyalizmi temelini sarsmasına, hatta çökertmesine rağmen, kendi programlarına herkesin destek vermesini istediler.
Aynı risk anarşizm için de söz konusu. Tümdengelimci Anarşizm kolaylıkla hareketin içindeki otoriter fırsatçılara yüzünü dönebilir (ve bunlara itiraz da pek mümkün değildir, çünkü bu tarz örgütlenmeler ideolojik uygunluk adına farklı düşüncelere sıcak bakmazlar). Bu da fırsatçıların kendi grupları içinde dahi eleştirilemeyeceği anlamına gelir.
Tümevarımcı veya metodolojik anarşizme ise ihanet etmek o kadar kolay değildir; bir dengesizlik ortaya çıktığında bunu size bir başkası söylemez, kendiniz değerlendirir ve kendi açıklamanızı yaparsınız.
Tümdengelimci Anarşistler (öğrenip, ezberleyip sonunda da itaat etmeniz için ürettikleri) manifesto, platform, broşür ve doktrinlere düşkündürler. Sizi olabildiğince değiştirip dönüştürdüklerinde, Anarşinin mümkün olabileceğini düşünürler. Saydığımız bütün bu çabaları da sizin henüz hazır olmadığınızı varsaydıkları içindir.
Tümevarımcı anarşistler, hiçbir manifestonun ya da doktrinin insanların tüm hayallerini, umutlarını ve isteklerini kapsayamayacağını düşündüklerinden bu fikirleri anlamsız ve gülünç bulurlar. Dahası, bugünün insanlarının, anarşist düşünceyi anlayabileceğini ve bunları pratiğe dökebileceğini ileri sürüyoruz, sadece insan olmaları bunun için yeterli.
İnsanlar sınırlandırılmayı ve emredilmeyi sevmezler. Eğer sevselerdi, güç sahipleri sizi aslında bir köleyken, özgür olduğunuza inandırmak için bunca zaman, enerji ve para harcamazlardı. Bu aşamada anarşistin rolü yalnızca o ilk fark edişi yaratmak ve otoriteyi zayıflatıp ona zarar veren örgütlenme metotlarını hayata geçirerek sürecin kendi işlerliğini sağlamasına vesile olmaktır.
Tam tersine, Anarşist, sadece kendi kabilelerinin gördüğü Doğruya güvenileceğini düşündüğünden daha aktif ve öncü bir rol ister. Onlar sahne arkasından her şeyi yoluna koyan gölge rehberlerdir, çünkü sizler kendi işinizi göremeyecek denli zavallısınızdır.
Radikal solun işçi sınıfıyla ilgisiz, gerici, ırkçı, cinsiyetçi olduklarını iddia ederek ciddiye almamasının sebebi de bu yaklaşımdır. İşçi sınıfı binlerce hastalık taşır! Sizi, onların liderliğine ve talimatlarına muhtaç, yetersiz bir topluluk olarak görürler.
Bir anarşist olarak, bu yaklaşımın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Doktrin aşılanmış insanlar özgür değillerdir ve özgürlükçü olmayan metotlar kullanarak anarşist (özgür) bir toplum yaratmak imkansızdır.

Peki asıl konu nedir?
Aslında önemli olan sadece iki konu var
1- Çalışanlar arasında dayanışmayı örgütlemek
2- Doğrudan ve genel bir hareketi teşvik etmek. Bu anarşistlerin amacıdır, ya da amaçları olmalıdır. Bizim amacımız diğer insanlara nasıl düşüneceklerini veya davranacaklarını öğretmek değildir, bu onların meselesidir, bizim değil.
Anarşistler, ‘dünyanın geri kalanı (benim gibi) Anarşist olsaydı, her şey yolunda olurdu’ derken kendilerini anarşik saflığın bütünü olarak görürler. Bu düşüncenin kökeni Marksizm’e dayanır ve aşırı derecede öncü fikirler taşır.
En önemlisi anarşizmin metodolojisidir, çünkü kelimeler ve doktrinlerin boş ve anlamsız olması durumunda -aleni zorbalıklar kullanılıp size çok doğru ve şirin gösterilmeye çalışılsa da- kişinin kendi kararını vermesi çok kolaydır. Amerika “demokrasi ve özgürlük” adına insanları bombalıyor ve demokratik bir şekilde seçilmiş liderlere suikastlar düzenliyor. Sizden istedikleri demokrasinin metodolojisini değil, Amerikan İdeolojisini benimseniz!
Amerikan yönetimi metodolojik açıdan incelediğinizde uygulamalarının demokrasi, özgürlük, genel kabul ve temsil edilme hakkıyla hiç de uyuşmadığını kolayca fark edebilirsiniz, fakat bu kavramlar iktidardaki elitler tarafından mide bulandırıcı sıklıkta kullanıldı.
Lenin, Bolşevikler için destek bulmaya çalışırken, işçilerin istediğinin genel bir oto-idare olduğunu bildiğinden partisinin “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganını kullandı. İşçiler Lenin ve Troçki’ye inanmışlardı, fakat iktidara geldiklerinde gerçek yüzlerini gösterdiler ve kendilerine karşı olan bütün Sovyetleri ortadan kaldırdılar. “Tüm iktidar Sovyetlere” sloganı kısa zamanda “Tüm iktidar Bolşeviklere” (yani Devlete) şekline büründü. Komünist Parti komünizmi yok etti, çünkü komünizm onların iktidar alanını tehdit ediyordu.
anarşistin tek yapması gereken, özgürlükçü toplumsal devrimin gerçekleşmesinin araçlarını göstermektir; yani yol haritasından ziyade bir alet çantası hazırlamak. Bu strateji diğerine nazaran çok daha anarşistçe, çünkü bireyi olması gereken yerde bırakıyor; sokakta, çarşıda, dersliklerde -bireylerin gayrı meşru otoriteye karşı bir araya gelip mücadele edebileceği her yerde...

Dave Neal çev. Zeynep