15 Haziran 2008 Pazar

15-16 haziran işçi ayaklanması – Volkan Yaraşır

Bir anti-kapitalist manifesto – Volkan Yaraşır


15-16 Haziran işçi ayaklanması


15-16 Haziran işçi ayaklanması, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli eylemlerinden biridir. Sınıfın toplumsal ve maddi bir güç olduğunu açıkça ortaya koyan bu eylem, aynı zamanda sınıfsal antagonizmanın çıplak gerçekliğini gösterdi. 15-16 Haziran içeriği, etki gücü, devletle açık bir çatışmayı ifade etmesi, etkilediği kesimler ve yarattığı ruh hali ve atmosferle tipik bir ayaklanmaydı. Her ne kadar 15-16 Haziran’a genel olarak bir direniş vurgusu yapılsa da, bu vurgu tek başına yetersiz ve eksik bir izahtır.

15-16 Haziran işçi ayaklanması, özellikle 1950’lerle birlikte nicel ve nitel ağırlığı artan sınıfın, 1960’larda ayağa kalkışının ve biriktire biriktire şekillenişinin dışavurumuydu. Hatta 19.yüzyılın ilk çeyreğinden beri büyük bir sabırla biriken volkanın patlamasıydı.

15-16 Haziran ayaklanması bir anti-kapitalizm pratiğiydi. Değerlendirildiği ölçüde anti-kapitalizmin teorisi de olabilirdi. Ama olmadı.

Tarih sahnesine geç çıkan ama genç bir sınıf: Türkiye işçi sınıfı
Türkiye işçi sınıfı doğuşuyla birlikte bazı özgünlükleri içinde taşıdı. Tarih sahnesine geç çıktı ama genç bir sınıftı.(1)

Fakat kapitalist formasyon içinde yer almasıyla kıta Avrupa’sındaki işçi sınıfıyla benzer refleksler gösterdi. Kıta Avrupa’sında bir yandan sınıfın öfkesini dışa vuran, öte yandan makineyle özdeşleşen bir uygarlığın, yani kapitalizmin reddi olan Ludist hareket, Osmanlı topraklarında da görüldü. 1852’de şimdiki Bulgaristan’da bulunan Smakov fabrikasında Ludist deneyim yaşandı. Osmanlı işçi hareketi en başta sendika öncesi oluşumlarla kendini dışa vurdu. Taban örgütlenmeleri şeklinde örgütlendi. İlk grevlerle şekillendi. Osmanlı Amele Cemiyeti gibi illegal işçi örgütlenmeleri kurdu. Buradaki vurgu Türkiye sol hareketinde yaygın ve bir anlamda sınıfın iğdiş edilmesi ya da nesneler yığını haline getirilmesinin ifadesi olan yorumlara itirazdır. Evet Türkiye işçi sınıfının bir dizi özgünlüğü, zayıflığı ve şekilsizliği vardır. Ama kapitalist formasyon, daha komprador niteliğindeyken ve cılız yapısına rağmen sınıfsal antagonizma kendini dışa vurmuştur.

İşçi sınıfı çok yavaş da olsa, birçok handikaba karşı şekillenme sürecine girmişti. Örneğin Osmanlı işçi sınıfı kozmopolit bir nitelikteydi. Sınıf içinde vasıflı ve sanayi işçilerinin çoğunluğu gayri müslimlerden oluşuyordu. 1912 Balkan Savaşı ve beraberinde gelişen ulusal kurtuluş hareketleri bu kozmopolit özelliklerin kırılmasına ve işçilerin milliyetçililik rüzgarına kapılmasına yol açtı. Milliyetçilik temelinde bölünmeler yaşandı. Ayrıca 1914-1918 dönemi ve 1919-1923 arasındaki gelişmeler işçi sınıfının vasıflı özelliğe sahip ve daha fazla proleterleşmiş kesimlerinin; Rum, Ermeni, Yahudi kökenli işçilerin ya fiziken yok olmasına ya da ülkeyi terk etmesine neden oldu. T.C.’nin “kuruluş” sürecine Osmanlı’nın güçlü mirası taşınmadı. Ülkede sınıfın nicel ve nitel durumu zayıftı. Proleterleşme düzeyi güçsüz ve sınıf bilinci geriydi. TC ve Kemalizm işçi sınıfını yeniden yapılandıracak ve uluslararası sermayenin tecrübelerinden yararlanarak başından etkisizleştirecek ve ıslah edecek önlemler aldı. Bu süreç tek parti ve DP döneminde de sürdü.

Kısaca şöyle bir tanımlama yapılabilir: 1835’te resmi verilere göre Feshane fabrikasının kuruluşunu baz alırsak, 1835 ile 1960 arası yani 125 yıllık dönem sınıfın uzun sürmüş kuluçka dönemi, rüşeym hali ya da mayalanma dönemi olarak değerlendirebiliriz. 1800 öncesi dönem, lonca sistemine bağlı ağırlıkta usta-çırak ilişkisine dayanan, ataerkil ilişkinin hakim olduğu, sınıfsal kutuplaşmanın yavaş seyrettiği bir dönemdi. İlişkilerin düzeyi batıdaki patron-işçi ilişkisinden çok uzaktı. 1950’li yıllar sınıf ilişki ve çelişkilerinin sertleşmesini gösteren bir moment oldu. Kapitalist gelişmeye paralel işçi sınıfının niceliğinde hissedilir bir artış görüldü. TC’nin kuruluşuyla birlikte her ne kadar devlet tarafından kontrol altında tutulmaya, atomize edilmeye ve bir devlet politikası olarak iç farklılıklar yaratıp bölünmeye çalışılsa da, sınıf bağımsız bir rota da hareket edip, güç olmaya çalıştı. Sınıf hareketi iç salınımlı, gelgitli ve çok vektörlü bir şekilde gelişme gösterdi. Eylem eylem, direniş direniş birikti. Özellikle 1960’lar Türkiye işçi sınıfı mücadele tarihinde muazzam bir dönemin başlangıcı oldu. Tarih sahnesine geç çıkan sınıf, gençliğinin bütün dinamizmiyle toplumsal mücadelenin ortasında en aktif ve en radikal bir şekilde yer aldı. 125 yıllık birikim harekete geçiyordu. Ve işçi sınıfı “artık ben de varım” diyordu.

1960’lar: Gelecek işçi sınıfınındır
1960’lara girildiğinde, 1950’lerden beri yaşanan kapitalist gelişmeye paralel olarak, Türkiye’de mülksüzleşme süreci hızlanmış, sınıf dönemin (ithal ikameci birikim modelinin) taşıyıcı sektörleri olan metal, metalurji, maden, petro-kimya gibi sektörlerde yoğunlaşmıştı. Sınıf mücadelesi geleneksel sanayi kentleri başta olmak üzere yaygınlaşıyordu ve örgütlenme yönünde arayışlar dikkat çekmekteydi.

27 Mayıs askeri darbesiyle süreç açıldı. Türkiye kapitalizminin gelişimine ve uluslararası işbölümünün ihtiyaçlarına uygun bir şekilde gerçekleştirilen, 27 Mayıs askeri darbesi (2), kapitalist stabilizasyon yönünde düzenlemeler yaptı.

Bu süreç bir yanıyla da kapitalizmin genişleme dönemine tekabül etti. Aynı dönem kendi antagonizmasını yaratarak işçi sınıfının, toplumsal-maddi bir güç olarak, siyasal yaşamda rol alışını beraberinde getirdi.

1952 yılında kurulan Türk-İş, sınıf hareketini kontrol etmek ve sınıfın bağımsız gelişimini engellemek yönünde işlev görecekti. TC’nin bu yöndeki çabaları yeni değildi. Cumhuriyetin başında, Kemalist iktidarın denetiminde kurulan İstanbul Umum Amele Birliği bunlardan biriydi. İşçi örgütlenmeleri Kemalist ideolojinin merkezleri durumuna getirilmeye çalışıldı. Tam denetimine özel önem verildi. Türk-İş de böylesi bir yönelimin Soğuk Savaş dönemindeki biçim alışıydı. Bağımsız bir işçi hareketinin önü başından kesilmeye çalışıldı. Ne varki dip dalgasını kontrol etmek mümkün değildi. 1960’lar sınıfın yeni arayışlarının da göstergesi olacaktı.

1961 yılında Türkiye işçi sınıfı hareketlenmeye başladı. Sınıf hızla kitlesel bir güce dönüşerek, sosyal mücadelenin içinde yerini aldı.

Bunun en temel nedenlerinden biri sayıları az da olsa, büyük işletmelerde çalışan ikinci kuşak işçilerin varlığıydı. Sınıfın nicel sayısı artıyor, özellikle kırsal alanda yaşanan mülksüzleşmeye bağlı olarak, mülksüz yığınlar proleterleşiyordu. Öte yandan kırdan kente göçün hızlanmasından kaynaklı ve hala bir ayağı kırda olan yarı proleter unsurlar devreye girmekteydi. İnşaat, gıda ve maden sektörü bu yarı-köylü, yarı-proleter kesimin istihdam alanları olarak öne çıkmaktaydı.

1960 yılında ücretlilerin oranı faal nüfusun % 13’üydü. 60’lı yılların içinde bu oran hızla yükselecekti.

1961 yazı işçi sınıfı için sıcak geçiyordu. Sınıf lokal eylemler yaptı. Anayasa sendikalara, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı tanımaktaydı. Ne var ki bu haklar yasal bir düzenlemeye sokulmamıştı. İşçi sınıfı en temel haklarını almak için tepkilerini göstermeye başladı.

Ocak 1961’de İzmir ve İstanbul’da, Aralık 1961’de Kocaeli’nde kapalı salon toplantıları, miting ve sessiz yürüyüşlerle grev hakkı ve iş kanunun yeniden düzenlenmesi istendi. 31 Aralık 1961’de yapılan Saraçhane Mitingi görkemli bir kitle gösterisi oldu. İstanbul Sendikalar Birliği (3) tarafından organize edilen mitinge 100 bin işçi katıldı. Miting, Türkiye işçi hareketi tarihinde o güne kadar görülmüş en büyük protesto gösterisiydi. İşçiler mitingde grev ve toplusözleşme hakkını savunan sloganlar attı.

Saraçhane Mitingi işçilere toplumsal ve maddi bir güç olduklarını gösterdi. Bu basit bir olay değildi. Sınıfın zihniyet dünyasında bir değişimi işaretliyordu. Sınıfın kendi gücünün farkına varması bir başlangıçtı. Ve yapabilme ve gerçekleştirebilme kudreti böylece açığa çıkıyordu. Saraçhane Mitingi tek tek damlaların birleşirse sel olacağının, selin de yıkıcı bir güç olduğunun göstergesiydi. Eyleme katılan işçi eylem içinde hem kolektif gücünün farkına varıyor, hem de öznel değişimini yaşayarak görüyordu.

1961 yılında ekonomik-demokratik hakların düzenlenmesi ve düşük ücretlere karşı sessiz yürüyüş, sakal bırakma ve benzeri eylemler yapılmıştı. Saraçhane Mitingi bu eylem zincirini taçlandıran görkemli bir pratik olarak, sınıfın kolektif belleğinde iz bırakacaktı. Mitingin olduğu gün İstanbul Denizcilik Bankası liman yükleme ve boşaltma servisinde çalışan işçiler de ücretlerin artırılması için greve çıktı. Bu grev dönemin ilk greviydi.

13 Şubat 1961 yılında TİP’in kurulması, Türkiye siyasal arenasında önemli bir gelişmeydi. 1962 yılında bir dizi işçi eylemi ve direniş gerçekleşti. Eylemlerin sayısı arttı. İşçiler işten atılmalara karşı ve ücretleri artırılması için çeşitli (sessiz yürüyüş, oturma eylemi, yemek boykotu, kısmi iş bırakma gibi) eylemler yaptı. Bu birikim ve deneyimler Kavel işçilerine güven verecekti.

1963, 29 Ocak’ta Kavel Kablo fabrikasında çalışan Maden-İş Sendikası’na üye 173 işçi, yıllık ikramiyelerinin ödenmemesi ve sendikal baskılara karşı iş bıraktı ve oturma eylemi yaptı. Daha sonra bazı işçiler işten atıldı ve işveren lokavt ilan etti. Bunun üzerine 4 Şubat 1963’te Kavel işçileri greve başladı. Grev mücadelesi hızla sertleşti. İşçiler grev kırıcısı memurları fabrikaya sokmadı. Polis müdahalesi, çatışmaya dönüştü. Çevre halk ve işçi aileleri destek için fabrikanın önünde toplandı. Bazı işçiler tutuklandı. Grev bir yanıyla da sınıf dayanışmasını simgeledi. General Elektrik fabrikasında çalışan işçiler para topladı. Demirdöküm işçileri yardım kampanyası başlattı ve destek için sakal bıraktı. Türk-İş’in güney bölgesinde 23 sendika başkanı ve 45 yönetici, Kavel direnişini Türk-İş’in yeterince desteklemediğinden dolayı konfederasyonla ilişkilerini kesti. Daha sonraki günlerde işverenin dışarıya mal çıkartmak istemesi üzerine işçiler müdahale etti. Yeniden polisle çatışma yaşandı.

Kavel bir direnişin, inadın ve inancın simgesi oldu. Grev çalışma bakanının devreye girmesiyle sona erdi.

Kavel işçileri yaptıkları grevle sınıfın kolektif gücünü gösterdi. Kavel işçilerinin direnişi, anayasal bir hak olan ama yasal düzenlemelerin yapılmadığı grev ve toplusözleşme yasasının fiilen çıkmasını sağladı. Kavel grevi sınıfın kopara kopara alma geleneğinin simgesi oldu. İşçi sınıfı bağımsız gücüyle her türlü statükoyu paramparça edeceğini gösterdi. Bu gücün yıkıcı yaratıcılığını fark eden egemenler, hızla önlemler alma ihtiyacı duydu (4).

1965 Kozlu Direnişi, 1966 Paşabahçe Grevi dönemin en etkili eylemeleri olarak öne çıktı. Sınıf sendikasını arıyordu. Korparatizmin ve bürokratizmin bataklığındaki Türk-İş’in dışında gerçek bir sınıf sendikasının yaratılması acil bir ihtiyaçtı.

1966 Paşabahçe grevi ve greve Türk-İş’in yaklaşımı ve grev sürecinde oluşturulan sendikalar arasındaki dayanışma örgütlenmesi SADA, bu sürecin kapılarını araladı. Bu gelişmeler DİSK’in kurulma zeminlerini yarattı. SADA, DİSK’in embriyomu işlevi gördü. DİSK, 1967 yılında kuruldu. Aynı dönemde öğrenci gençlik ve köylü hareketinde önemli gelişmeler yaşanıyordu.

Türk-İş, Türkiye işçi sınıfının ana gövdesini oluşturan kamu işçilerinin denetim altına alınmasında son derece önemli bir rol oynuyordu. Cumhuriyetin kurulmasından itibaren izlenen istihdam politikalarıyla sınıfın siyasal iktidara tabiliği yönünde uygulamalar gündeme sokulmuştu. Türk-İş devlet sendikası olarak sınıfın bağımsız bir çizgide gelişmesini engelleme ve sınıfı kontrol etme misyonuyla hareket etti. Partilerüstü sendikacılık, Soğuk Savaş döneminin temel ilkesi olan anti-komünizm Türk-İş’in anlayışını ve politikalarını belirledi. Türk-İş’in bu karakteri sınıf bilincini son derece körelten, kimliğini dejenere eden bir etki yarattı.

DİSK bir anlamda sınıf hareketinde büyük bir sıkışmışlığın ve TC’nin kuruluşundan, hatta Osmanlı döneminden beri sınıfın bağımsız arayışının (5) ve kendini ifade etme uğraşısının göstergesi oldu. Sınıf hareketinin dipten gelen dalgası, önündeki blokajları yıkıyordu. DİSK ağırlıklı olarak özel sektörde örgütlendi, hızla kök saldı ve gelişti. Sınıf ataklar yapmaya devam ediyor, öznel ve nesnel şekillenişi doğrultusunda önemli, çarpıcı ve sarsıcı adımlar atıyordu.

1968-1969’daki fabrika işgal eylemleri Türkiye işçi sınıfının en radikal ve militan eylemleri olarak iz bıraktı. Sınıf mücadeleleri tarihinde işçi sınıfının gerçekleştirdiği en militan ve sarsıcı eylem tarzı fabrika işgal eylemleridir. Fabrika işgal eylemleri en başta kapitalizmin ontolojisi olan özel mülke karşı girişilmiş bir eylemdir. Sermayenin acıyan yerine vurmaktır. Sermayenin içinde yarattığı korku kadar, sınıfın ruhunu ateşleyici bir içeriğe sahiptir. Sınıfın kendisini ilga etme kültürünün başlangıç noktasıdır. Ücretli emek düzenini kilitlemektir. Ayrıca Roma hukukundan beri gelen özel mülkün korunması ya da burjuva hukukunu işlevsiz bırakan muazzam bir eylem biçimidir.

Türkiye sınıf tarihi içinde en önemli, en sarsıcı eylem dalgası olarak 1968 ve 1969’da gerçekleşen bir dizi fabrika işgal eylemlerini görebiliriz.

Sınıf bu eylemleriyle hedefi göstermiştir. Hedef: Kapitalizmdir. Fabrika işgal eylemleri 1968 Derby işgaliyle başladı. Derby işgali sınıf mücadelesinde önemli bir moment oldu. 1200 Derby işçisinin DİSK/ Lastik-İş’e üye olması işveren tarafından kabul edilmedi. İşveren Türk-İş’e bağlı Kauçuk-İş’i yetkili sendika olarak atadı. İşçiler toplusözleşmeyi Kauçuk-İş’le imzalamamak istemesi üzerine tepkiler, spontane bir şekilde fabrika işgal eylemine dönüştü. İşgale öğrenci gençlik destek oldu. Lastik-İş işyerinde yetkili sendikanın belirlenmesi için referandum yapılması teklifinde bulundu ama teklif reddedildi. Sonunda mahkeme kararı sonucu referandum uygulandı ve Lastik-İş referandumu büyük bir oy çokluğuyla kazandı.

Sendikal haklar ve işverenin baskısına karşı gerçekleşen eylem, ilk fabrika işgal eylemi olarak iz bıraktı. İşgal, sınıfın sendikal mücadelesinin geldiği aşamayı ortaya koydu ve sınıfın haklarını sonuna kadar koruyacağını gösterdi. Derby işgali, eylemin niteliği ve sonuçları ve etkileriyle sınıf mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. İşgal sınıfın şekillenmesinin bir göstergesiydi. Ve kendinden sonra gerçekleşen birçok benzer eyleme örnek olacaktı. Derby işgalini aynı yıl (1968’de) Altınel Pres Sanayi, Kavel Kablo, Emayetaş işgalleri izledi.

1969 yılında fabrika işgal eylemleri radikalleşerek yaygınlık gösterdi. Sendikal haklara sahip çıkma ve işverenin baskıları işgal eylemlerini tetiklese de, eylemler sınıfsal antagonizmanın açık dışavurumuydu. Sınıf mücadelesinin en keskin ve en somut yaşandığı odak olan fabrikada gerçekleşen işgal eylemleri, sınıfın kendisi için sınıf olma yönünde önemli bir merhaleyi işaretliyordu.

İşçi sınıfı işgal tipi eylemlerle, hem kendi gücünü görüyor ve sınıf kimliğini pekiştiriyordu, hem de sermaye ya da patronla, devlet arasındaki ilişkiyi kavrıyordu. Sermayeye karşı nasıl savaşacağını yaşayarak öğreniyordu. İşgal emeğin sermayeye karşı net bir tavır alışıydı ve sınıf kardeşliğinin ateş çemberi içinde örüldüğü bir pratikti.

Ocak 1969’da gerçekleşen Singer işgali böyle bir eylemdi. Singer'de çalışan 520 işçi ”bağımsız” Çelik-İş sendikasından ayrılarak, DİSK'e bağlı Maden-İş sendikasına geçti. İşveren bu gelişme üzerine işçilere gözdağı vermek için üç işçiyi işten attı. Bunun üzerine işçiler işten atılmaları protesto etmek ve sendika haklarını elde etmek için fabrikayı işgal etti. Ertesi gün polis işçilere müdahale etti. Singer işçileri polisin müdahalesine karşı aktif direniş gösterdi. İşçilerle polis arasında taşlı, sopalı olarak belirli aralıklarla 5 saat çatışma sürdü.

Çevre halkı ve işçi aileleri işgalci işçilere destek vermek için fabrikanın etrafında toplandı. Yeni polis güçlerinin gelmesiyle, işçiler fabrikadan zorla çıkarıldı. Çatışmalar sonucu 14 işçi ve 8 polis yaralandı. Onlarca işçi gözaltına alındı.

Singer işgali ve gösterilen direniş yeni bir dönemin kapılarını araladı. İşçi sınıfı, devletle arasındaki mesafeyi net olarak oraya koymaya başladı. Birkaç yıl içinde fabrika mahalleyle, sokakla ve alanlarla buluşacaktı.

Ardından Demirdöküm işgali geldi. Benzer gerekçelerle Demirdöküm işçileri fabrikayı işgal etti. İşgal eylemine 2300 işçiden 1850'si fiilen katıldı. İşgal çevre fabrikalar ve halk tarafından aktif desteklendi. İşgal 5 gün sürdü. Polis fabrikaya ses, sis ve göz yaşartıcı bombalarla ve coplarla müdahale etti. İşçiler demir çubuklarla, sopalarla, taşlarla direndi. Halk ve işçi aileleri de dışarıdan polise taş atarak, polisi geri püskürttü.

Ertesi gün polis yeniden müdahale etti. Bu müdahale de başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun üzerine ordu devreye girdi. Fabrika 10 tank ve 15 zırhlı araçla kuşatıldı. İşçiler bu gelişmeler üzerine fabrikayı terk ettiler.

Demirdöküm işgali sınıfın militan ruhunu gösterdi. Haklarını almada kararlılığını ortaya koydu. Polise karşı sergilenen militan direniş, sınıfın özgüvenini artıran önemli bir pratik oldu. Sınıf eylemin içinde şekilleniyor, öğreniyor ve militanlaşıyordu. İşgallerle kapitalizmin acıyan yerine vurmaya devam ediyordu.

1969’daki Gamak direnişi, sınıf tarihine önemli bir iz bıraktı. Polisle girilen çatışmada Şerif Aygül adında bir işçi yaşamını yitirdi. Gamak olayları, ülkede sınıf mücadelesinin sertleşmesinin açık bir göstergesiydi. Artık en basit ekonomik mücadeleye karşı siyasal iktidar tahammülsüzlüğünü ortaya koyuyordu ve mücadelenin bastırılması için en sert önlemleri alıyordu.

1970 Mart’ında gerçekleşen Sungurlar işgali, 15-16 Haziran’a doğru son fabrika işgal eylemi oldu. Sungurlar işgali sınıfın diğer işgallerde olduğu gibi uzlaşmacı, işbirlikçi sendikal yapılardan hızla uzaklaşarak, sınıf sendikacılığına yönelmesi sonucu gerçekleşti. İşçi hareketinin taşıyıcı sektörleri olan metal, maden, metalurji sektörleri ayaktaydı. İşgal 52 saat sürdü. Daha sonra Maden-İş sendikasıyla işveren protokol imzaladı. İşverenin baskılarının sürmesi üzerine bir ay sonra Sungurlar işçileri fabrikayı yeniden işgal etti. İşgal geniş bir dayanışma ağıyla desteklendi. Demirdöküm, Rabak, Elektrometal, Estaş işçileri işgalci işçilerle dayanışmak için fabrikayı kuşattı. Fabrika askeri birlikler tarafından sarıldı. Beşinci gün işgale son verildi. İşçiler askeri birlik komutanını “haklarımız verilmezse yeniden harekete geçeceğiz!” diye uyardı.

İşçi sınıfı kavganın içinde ustalaşıyordu. Fabrika işgal eylemleri hak mücadelesinin hızla anti-kapitalist mücadeleye evrildiğini gösterdi. Ve mücadelenin içinde sınıf, antagonizmanın bütün çıplaklığıyla yüz yüze geldi. Sınıfa kendi otonomisi ve ontolojisi yol gösteriyordu. İşgal eylemleri son derece konsantre bir özgüven hareketiydi. Sınıfı şekillendiren, bilinç ve kimliğini besleyen, muazzam zengin birikimler yaratan pratiklerdi.

İşçi hareketi öznel ve nesnel şekillenişinin en iyi ifadesini 1969’da Alpagut’ta, 1970’te Günterm kazan fabrikasında yarattığı özyönetim pratikleriyle gösterdi.

Türkiye sınıf tarihinde çok rastlanmayan bu deneyimler, bir doğrudan eylem ve doğrudan demokrasi pratiğiydi.

Uluslararası işçi sınıfı tarihi içinde sınıfın bağımsız gelişme dinamikleri doğrudan eylem pratiklerini yarattığı gibi, bazı kritik momentlerde de doğrudan demokrasi deneyimleri de ortaya çıkmaktadır.

Türkiye işçi sınıfının bu özelliklerini konsantre bir şekilde (hem de gelişiminin erken tarihlerinde) göstermesi önemlidir.

Alpagut ve Günterm özyönetim pratikleri sınıfın nasıl bir dünya istediğini somut olarak ortaya koyan eylemler oldu. İşçi sınıfı reflekssel ve spontanel olarak harekete geçip, kendi otonomisinin gücünü dışa vurdu.

Alpagut işçileri, Haziran 1969’da ıfın şekillenmeisnin snin ını gösterd,i

,çin referandum teklifinde bulundu ama teklif reddedildi. linyit işletmesini işgal etti. 786 maden işçisi, işletmeyi 35 gün hem yönetti, hem de faaliyetini sürdürdü. İşçilerin işletmenin yönetimine el koyması, sınıf tarihinde yeni bir dönem oldu. İşçiler, işçi denetimi yönünde son derece önemli adımlar attı. Eski işbölümü ortadan kaldırılarak, işçi konseyi şeklinde örgütlenmeye gidildi. Konsey işletmede çalışan bütün işçilerin onayıyla ve seçim yoluyla belirlendi.

İşçi konseyi ikili görev yürüttü; bir yandan ocaklardaki her türlü faaliyeti düzenledi ve denetledi, öte yandan teknik personelin yaptığı bütün işleri kendi gerçekleştirdi. İşçi konseyi işletmede çalışan bütün işçilerle oluşturulan işçi genel kuruluna bağlıydı. Konsey buradan aldığı yetkiyle, işletmede üretimden yönetime, maden çıkarılmasından satılmasına ve gelirin nasıl dağıtılacağına kadar karar veriyordu. İşçi konseyi faaliyetlerini işçi genel kuruluna açıklamakla yükümlüydü.

35 günlük deneyim, muazzam bir pratikti. Alpagut, işçilerin yönetime el koyma eylemiydi ve bir işçi denetimi pratiğiydi. Ayrıca işçi sınıfının nasıl bir dünya istediğinin somut bir göstergesiydi. Alpagut deneyimi, 1970 Günterm pratiğine ışık tuttu. Günterm kazan fabrikasında çalışan 80 işçi ücretlerinin ödenmemesine karşı fabrikayı işgal etti (29 Nisan). İşgal “patronsuz üretime” dönüştürüldü (5 Haziran). Günterm küçük ölçekli bir özyönetim pratiğiydi ama işçi sınıfının yaratıcı ve dönüştürücü gücünü ortaya koyuyordu.

İşçi sınıfının en radikal ve en militan eylemlerinden biri olan fabrika işgalleri ve arkasından gelen özyönetim pratikleri, sınıfın kendi geleceğini ancak kendisinin kurabileceğini göstermekteydi (6).

Toparlayacak olursak, 1960'lar Türkiye kapitalizminin bir evresini simgeledi. Kapitalizm yıkıcı sonuçlar yaratarak genişleme dönemine girmişti. Türkiye kapitalizmi 1963-1971 arası dönemde % 9 büyüme gösterdi. Bu süreç bir yanıyla da sınıfsal antagonizmasını dışavurdu. Sınıf mücadelesi bütün gerçekliğiyle ortadaydı. İşçi sınıfı uzun bir biriktirme döneminden sonra, 1960’larla birlikte toplumsal ve siyasal ağırlığını ortaya koymaya başladı.

1960 Türkiye’sinde ücretlilerin, faal nüfus içindeki oranı % 13 iken, 1970’te % 23’e ulaştı. 1960 yılında işletme başına düşen işçi sayısı kamuda 584, özel sektörde 32 iken bu durum 1970'te kamuda 744'e, özel sektörde 70’e yükseldi. Aynı tarihlerde işletmelerin ölçekleri (içe dönük sermaye birikimi ve uygulanan üretim tekniği olan fordizmin etkisiyle) büyüdü. Bağlı olarak 100’den fazla işçi çalıştıran ve 1000 işçi çalıştıran işletmelerin sayısı önemli oranda arttı. İşçi sınıfı geleneksel sanayi kentleri olan; İstanbul, Kocaeli-Gebze havzası ve İzmir, Bursa ve Zonguldak gibi illerde yoğunlaşmıştı. Aynı dönemde sınıfın sendikal örgütlenme düzeyi de arttı. 1960’ların başlarında 300 bine yakın sendikalı işçi varken, özellikle DİSK’in kuruluşu ve sınıf sendikacılığı politikaları, bir sendikalaşma dalgası yarattı. 1970’te sendikalı işçi sayısı 1 milyonu aştı.

Her işçi eylemi sınıfı şekillendirdi, hatta sendikal çeperlerin dışında yeni arayışları ortaya koydu. Özellikle fabrika işgal eylemleri ve özyönetim pratikleri bünyesinde muazzam anti-kapitalist birikimler taşıdı. Sınıf her fırsatta anti-kapitalist bir mecrada yürünmesi gerektiğini gösterdi. Bu anlamda her eylemi bir anti-kapitalist manifesto olarak okumak gerekir. Yine aynı dönemde işçi eylemlerinde senkronize bir artış ve yoğunlaşma görüldü. Eylemler bazen devlet güçleriyle açık çatışmaya dönüştü. Meşru, militan, kararlı ve uzun soluklu radikal pratikler yaşandı. Aynı yıllar içinde greve çıkan işçi sayısı 120 bini buldu. 1963’te grevde kaybedilen gün sayısı 20 bine yakınken, 6 yıl içinde bu sayı aşağı yukarı 18 katına, yani 360 bine yükseldi. İşçi sınıfı grevler, sert direnişler ve işgal eylemleriyle beslendi. Sınıf zengin, çok boyutlu ve militan eylemler gerçekleştirmeye başladı. Grevleri fabrika işgalleri ve doğrudan demokrasi pratikleri izledi.

İşte bu her fabrika da, her işyerinde yaşanan birikimler ve deneyimler, birleşerek 15-16 Haziran işçi ayaklanmasının zeminlerini ördü. Her grev, her direniş, her fabrika işgal eylemi ve özyönetim pratikleri 15-16 Haziran'a giden yolu açtı. İşçi sınıfı birikti, birikti, birikti… bir diyalektik kural olarak muazzam bir patlamaya dönüştü. 15-16 Haziran sınıfın kolektif ayağa kalkışı ve 150 yıllık “sabırlı bir birikimin” patlamasıydı.

15-16 Haziran: Türkiye’yi sarsan iki gün
1970’lerin başında işçi, köylü ve gençlik hareketi dalgasal yükseliş içindeydi. 1960’ların ilk yıllarından beri işçi sınıfı toplumsal mücadelenin eksenine yerleşmişti.

Sınıf mücadelesi giderek sertleşiyordu. İşçi sınıfı her yaptığı eylemde, özellikle fabrika işgal eylemleri ve doğrudan demokrasi deneyimlerinde, sınıfsal antagonizmaya işaret ediyor, vurguyu anti-kapitalist mücadeleye yapıyordu. Sermaye düşmanını tanıyordu. Sınıf hareketinin yaratacağı tehlikenin farkındaydı. Bu sermayenin kolektif bilincinin ve deneyimlerin ifadesiydi.

Osmanlı’dan gelen, TC’de rafine bir şekilde sürdürülen sınıfın baskıyla ezilmesi, denetlenmesi, kontrol altında tutulması geleneği sürüyordu. İşçi sınıfının devlete bağımlı ve itaatkar bir kimliğe bürünmesi için önlemler alınmaya başlandı. Antagonizmanın sermaye cephesi sert bir savaşa hazırlanıyordu. En başta sınıfın özgüveninin ve örgütsel gücünün kırılması gerekiyordu.

İlk hedefte sınıfa güven veren ve sınıf hareketinde hızlı bir şekillenmeye yol açan DİSK oldu. 1970 yılında 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayısı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu'nda değişiklikleri öngören iki kanun tasarısı parlamentoya sunuldu.

Sendikal hakları daraltan ve devlet sendikacılığının önünü açan bu yasa tasarılarının hedefi DİSK’ti. Sermaye ve siyasal iktidar DİSK'in örgütsel gücünü parçalamak ve dağıtmak istiyordu. Sınıfın yoğun bir demoralizasyon sürecine sokulması hesaplanıyordu. Sendikal alanda devlet güdümlü Türk-İş, tek seçenek olarak sınıfa dayatılıyordu.

Sermayenin ve siyasal iktidarın bu saldırısı son derece sert bir karşılık buldu. İşçi sınıfı, özellikle 1960’ların sınıf mücadelesinin önemli momentlerinde birikmiş ve hızla şekillenmişti. Yeni baskı yasaları patlamayı tetikledi. Sınıf bir volkan gibi patladı. Onun gibi sarstı, altüst etti, muazzam yıkıcı gücünü ortaya koydu.

15-16 Haziran işçi ayaklanması sınıfın tarihi boyunca gerçekleştirdiği en radikal eylemdi. Bir ayaklanma içeriğindeydi ve bir ayaklanmanın bütün dinamiklerini içinde taşıyordu. Sınıfın bu büyük ayağa kalkışı bir doruktu. Her ne kadar eylemler yasalara, parlamentoya ve siyasal iktidara yönelik başlasa da, buradan “başka” yerlere yönelmesi ve başka içeriğe bürünmesi olasılık dahilindeydi. Zaten eylemin gelişim süreci bunu ortaya çıkardı. Çünkü eylem yasadışı ve sokaklarda gerçekleşiyordu. Fabrikalar sokaklarla, sokaklar fabrikayla birleşmişti. Bu 10 yılların özlemiydi ve sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaracak içerikteydi. “Yalnızca” eksik olan sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaracak komünist partiydi.

Dikkat çeken en önemli gelişmelerden biri, daha önce ağırlıkta işyerleriyle sınırlı kalan eylemler, 15-16 Haziran’da sokakla ve diğer fabrikalarla birleşti. Bunun ilk provaları 1968-1969’daki bir dizi fabrika işgal eylemlerinde yapılmıştı. Ayrıca işçilerin sarı-gangster “bağımsız” sendikalardan ya da devlet güdümündeki Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’e geçişleri ve üye olmaları sırasında ilginç şeyler yaşandı. DİSK üyesi başka fabrikalarda çalışan işçiler, yeni üye olacak fabrikaları adeta kuşatarak, hem işçileri korudu, hem de dayanışmalarını gösterdi.

Bu deneyimler önemli birikimlerdi. 15-16 Haziran günlerinde hem Gebze-Kocaeli hattı ve Ankara asfaltı boyunca, hem Mecidiyeköy hattında, hem de Topkapı hattında işçiler, eyleme fabrika fabrika katıldı. Yani bir başka tanımlamayla sınıf mevzi savaşından, 15-16 Haziran'la birlikte açık savaşa geçti. 15-16 Haziran bu anlamıyla son derece sarsıcı içerikteydi. Örneğin Gebze’den Kadıköy’e 45 kilometre yürüyen işçi sınıfı bölük bölük, fabrika fabrika birleşerek uzun bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bu yürüyüş (Rumeli yakasındakiler gibi) son derece düzenli, disiplinli ve etkiliydi. Askeri birlikler sık sık yürüyüşün önünü kesti. Hatta askerlere bazı yerlerde (Çayırova Arçelik fabrikasının önündeki gibi) vur emri verildi. Ama işçi sınıfı en ufak geri adım atmadı. O zaman nüfusu 700 bin olan İstanbul’un üç tarafından 100 bin işçiyle kuşatılması ve caddelerin ve alanların işgal edilmesi, Kadıköy’de çıkan büyük çatışmalarda polisin ve askerin tekrar tekrar püskürtülmesi, işçilerin dipçiğe, süngüye ve kurşuna rağmen Rumeli yakasındaki yoldaşlarıyla buluşma ısrarı muhteşemdir. İki polisin üç işçiyi öldürmesine karşılık, önce içe doğru çekilen kitlenin daha sonra kapanmasıyla iki polisin linç edilmesi eylemin boyutunu ve sınıfın öfkesini göstermektedir. Rumeli yakası da karışıktır. Topkapı hattından gelen işçilerin Cağaloğlu’na girmesiyle önleri tanklarla kesilir. Valilik tanklarla korunur. Yürüyüşçüler önlerindeki barikatı ve tankları elleri ve gövdeleriyle aşarlar. Yürüyüşçülerin içinden bir kadın işçinin o anda “hadi valiliği de alalım” sözleri hiç de yabana atılacak sözler değildir. Valiliğe bir nedenle el koyulması çöken devlet otoritesinin resmi tescili olacaktı. O atmosfer düşünüldüğünde kadın işçinin sözlerinin gerçek olması işten bile değildi.

Bu ve benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ayaklanma tanımını yaparken Rusya’daki 1905 devrimiyle kıyasladığımızda önemli veriler yakalayabiliriz.

Önce eksantrik kişiliğiyle dikkat çeken, daha sonra Rus gizli servisi Okhrana tarafından manipüle edilen Papaz Gapon, 1904 yılıyla birlikte sanayi merkezlerinde birçok Gaponist dernek kurdu.

Bu derneklerin kurulmasının esas amacı Rus işçi sınıfında 1900’lü yıllara girilmesiyle başlayan hızla siyasallaşma eğilimini engellemekti. Bu yönelim önce Moskova Okhrana şefi Zabatov tarafından kurulan, Zabatovist sendikalar (polis sendikacılığı) tarafından engellenmeye çalışıldı ama başarılamadı. Çarlık benzer bir operasyonu Gaponist derneklerle yapmaya çalıştı. Hatta Gapon’a bu anlamda olanaklar sunuldu. Sayıları onu geçen Gaponist derneklerin her birine 2-3 bin işçi üyeydi. 1905 Şubat'ında Rus işçi sınıfının kalbi olan Putilov fabrikasından atılan işçiler Gaponist derneklere başvurdu. Önce bu işçilerin işe geri alınması üzerinden başlayan çalışmalar, son derece yalın şekilde ifade edilen temel haklar bildirisinin hazırlanması ve çara verilmesi şeklinde biçim aldı. Bu sırada derneklerde örtük faaliyet yürüten Bolşevik ve Menşevik kadrolar dilekçenin mahiyetini geliştirdi. Ve daha sonra binlerce işçinin katılımıyla Kışlık Saray'a yürünüp çara şikayette bulunulmak istendi. Çünkü çar efsanesi sürüyordu. Ve çar Rus halkının babasıydı, koruyucusu ve kurtarıcısıydı. Çara şikayet edilen bürokratlar ve aristokrasiydi; sorunları bunlar yaratıyordu.

10 binlerce işçi ellerinde haçlarla, tam bir dini tören havasında Kışlık Saray’a doğru yürümeye başladı. Ama işçiler hiç “beklenmedikleri" bir şeyle karşılaştı. Sarayın damlarından makineli tüfeklerle üzerilerine ateş açıldı. Rus ordusunun vurucu gücü olan atlı Kazak birlikleri kılıçlarla saldırdı. Binlerce işçi açılan ateş ve kılıç darbeleriyle öldü. Bu katliam Rus devrim tarihine Kanlı Pazar olarak geçti. Kanlı Pazar yüzyılları kapsayan çarlık efsanesinin sonu oldu ve 1905 devriminin başlangıcını işaretledi. 15-16 Haziran’ı, 1905 devrimini tetikleyen Kanlı Pazar’la kıyasladığımızda ne derece önemli bir eylem olduğu ortaya çıkar.

15-16 Haziran’a ağırlıkla yapılan bir vurgu da eylemin kendiliğindenci bir karakterde geliştiği yönündedir. Bu vurgu eylemi istemeden de olsa küçümseyici, ya da sınırlayıcı bir vurgudur. Eldeki veriler, yaşayan tanıklar 15-16 Haziran’ın organizasyonsuz ve hazırlıksız gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır. Belki yeterli ya da tam organizasyonlu olmasa bile eyleme hazırlıklar yapılmıştır. DİSK’li işçiler, TİP kökenli işçiler, işgal ve grevlerde şekillenen önder ve devrimci işçiler eylemin ön örgütlenmelerinde yer almıştır. Direniş Komiteleri gibi örgütlenmeleri kurulması önemlidir. Ama eylem o kadar muazzam bir boyut kazanmıştır ki, hiç kimse bu boyutu hesaplayamamıştır. Aynen birçok devrimci gelişme, ayaklanma ve isyanda olduğu gibi…

Burada şunu belirtmekte yarar var. Her büyük ayaklanma, hareket ağırlıkta zaten kendiliğindenci gelişir ve patlar. Kendiliğindencilik bir anlamda irade yoğunlaşmasıdır. Binlerce, milyonlarca iradenin yoğunlaşma halidir. Ayrıca kendiliğindencilik sınıfın otonomisidir. Sınıfın potansiyel gücüdür. Yaratıcı yıkıcılığıdır. Sınıfın makro ölçekte yıkıcı arzusunun ya da arzunun yıkıcılığının açığa çıkmasıdır. Volantrizm ve determinizm arasında diyalektik bir harmoni vardır. Parti zaten bu zemin üzerinden kendini var eder, volantrizmini buradan inşa eder. Bu zemin bir anlamda diyalektik gelişmenin ya da diyalektik sarmalın kendisidir. Öz olarak 15-16 Haziran’a kolayca kendiliğindenci vurgusu yapmak yerine, hareketin iç dinamikleri üzerine düşünmekte yarar var. Sınıf 15-16 Haziran'la birlikte 19. yüzyılın birinci çeyreğinden beri oluşturduğu, kurduğu tarihine sahip çıkıyordu.

15-16 Haziran işçi ayaklanmasının yarattığı sonuçlardan eylemi yeniden okuduğumuzda, eylemin muazzamlığını görmek mümkündür. 15-16 Haziran eylemleri gerçekleşirken ve sonrasında TİP ve DİSK sınıfın yarattığı anafordan çekindi. Her düzeyde sınıfın olağanüstü atağa kalkışından korktu. İki yapı da sınıfı kontrol etmek istedi ve devletle açık çatışmasını engelleyici tutum aldı. Ve hızla sağa kaydı.

Ayrıca süreç bir boyutuyla 1964’te Brezilya’da başlayan emperyal konseptin devamı, diğer boyutuyla toplumsal muhalefetin yükselişi ve TC kapitalizminin yeni entegrasyon politikaları ya da uluslararası yeni işbölümünün gereği olarak 12 Mart faşist darbesiyle sonuçlandı. Karşı devrimin temel hedefi işçi sınıfı ve devrimci yapılar oldu. 15-16 Haziran’ın taşıyıcı güçleri olan sınıf militanları tam anlamıyla yalnız bırakıldı. İşten atıldı. Kara listeye alındı. Direnişler, grevler ve işgaller içinde şekillenen bu militanlar açlıkla terbiye edilmeye çalışıldı. En başta DİSK bu işçileri yalnız bıraktı ve sahip çıkmadı. Bu devletin bir nevi terbiye etme operasyonuydu. 12 Mart bir yanıyla da sistemden kopan ve devletle açık çatışmaya giren 1971 devrimci hareketlerinin tüm önder kadrolarını imha ederek, umudu boğmaya çalıştı. 12 Mart karşı devrimiyle sermaye iki yıkıcı ve tehlikeli güçten kurtuldu. Önce 1960-1970 arasındaki büyük sınıf savaşları içinde şekillenen işçi militanları tasfiye edildi. Daha sonra devrimin bayrağını taşıyan güçlerin önder kadroları fiilen imha edildi. Bu sınıf devrimciliğinin bir bağlamda önünü kesme ve kuşaklar arası bağı yok etme operasyonuydu. Ve ne yazık ki başarılı bir operasyon oldu.

Türkiye kapitalizminin 1950’lerde başlayan, 1960’larda belirli aşamaya gelen entegrasyon süreci, toplumsal yapıda da son derece sarsıcı sonuçlar yaratmıştı. 1960 askeri darbesi bu anlamda kapitalizmin bir stabilizasyon hamlesiydi. Hamleyle sanayi burjuvazisinin istemleri ve ihtiyaçları yönünde düzenlemeler yapıldı. Büyük toprak sahiplerinin tasfiyesi amaçlandı.

Bu süreç ya da kapitalizmin genişleme süreci, hem köylülük içinde, hem de küçük burjuvazi içinde sarsıcı sonuçlar yarattı. Köylülük hızla yoksullaşma, mülksüzleşme sürecine girdi. Küçük burjuvazi proleterleşme “tehlikesini” hissetti. Bu iki büyük sosyal tabaka yani köylülüğün öfkesi ve küçük burjuvazinin radikalleşmesi, 1960’lı yıllara damgasını vurdu. İşçi hareketinin dipten gelen ve kapitalizmin ontolojisine vuran hamleleri, atakları görülmedi. Hızla gelişen, kitleselleşen ya da etki alanı yaratan köylülüğün öfkesi ve küçük burjuva radikalizmi Türkiye’nin ana sol akımlarına hakim oldu. Komünist partinin mayalanacağı, gelişeceği, güç kazanacağı, hatta doğacağı rahim görülmedi, es geçildi. 1960 sonrası dalga dalga büyüyen işçi hareketi, bir yandan toplumsal maddi bir güç olduğunu gösterdi, öte yandan işgal eylemleriyle hedefin kapitalizm olması gerektiğini vurguladı, Alpagut’la sınıfın nasıl bir dünya istediğinin altını çizdi, 15-16 Haziran'la bu dünyaya nasıl ve kiminle ulaşılacağına işaret etti. Ne var ki bütün bu işaretler ve vurgular görülmedi ve anlaşılamadı.

Bunun temel nedeni ideolojik ve politik hattı ya da işçi sınıfının kurucu öznesi olduğu bir komünizmin istenip, istenmediğiydi.

15-16 Haziran sınıf hareketinin doruğunu simgeliyordu. Tam bu noktada komünist partisinin olmaması büyük dalganın geri çekilmesine yol açtı. Yani 15-16 Haziran işçi ayaklanması işçi hareketinin bir yanıyla zirvesiyken, öte yanıyla geri çekilişini işaretledi.

Türkiye devrimci hareketi 15-16 Haziran’da olduğu gibi ne yazık ki, sınıf hareketinin her yükseliş döneminin arkasında kaldı. Bu dönemlerin önemini anlayamadı. Tariş direnişinde olduğu gibi, 1989 Bahar Eylemleri ve 1991 Zonguldak Uzun Yürüyüşü yakalanamadı, anlaşılamadı. İşçi hareketindeki dalgasal gelişmeler devrimin imkanına dönüştürülemedi. En başta bu gelişmeler devrimin imkanı olarak görülmedi. Sınıf nesneler yığını olarak ele alındı.

Sermaye ise en etkili önlemlerini aldı. 15-16 Haziran’dan sonra 1971 devrimcilerini imha ederken, işçi sınıfının militanlarını da tasfiye etti. Açlığa ve işsizliğe mahkum etti. Ardından 1973'ten sonra, TKP ve CHP'nin bir anlamda önünü açtı. Gelişmeler bir boyutuyla Soğuk Savaş koşullarındaki Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki makro dengenin ürünü, diğer boyutuyla sınıf hareketinin siyasallaşmasını engellemek, sınıfı ekonomizmin batağında çürütmek için uygulanan bir taktikti. Bu arada TKP'nin bir devrim yapmama partisi gibi faaliyet yürütmesi ve misyon yüklenmesi boşuna değildi. 1973-1980 arasında sınıf hareketinde bir dizi önemli gelişmeler (1 Mayıs’lar, DGM direnişleri, Faşizme İhtar Eylemi, Tariş direnişi gibi) olmasına rağmen, sınıf TKP ve CHP’nin kontrolünde tutuldu, ıslah ve terbiye edildi.

Gün geldiğinde zaten yapacak çok bir şey kalmamıştı. 12 Eylül’le birlikte TKP ve CHP’li “sınıf önderlerinin”, sendika yöneticilerinin bavullarıyla birlikte Selimiye kışlasına teslim olması şaşırtıcı değildi.

Türkiye işçi sınıfı böylece bir kez daha ağır bir darbe yiyordu. Ve bir kez daha aldatılıyor, yok sayılıyordu. Bürokratizm, burjuva reformculuk ve ekonomizm sınıfın özgüvenini dağıttı. Ardından gelen faşist diktatörlüğün açık zoru sınıfın içe kapanmasına yol açtı.

1970’li yıllardaki küçük burjuva ve popülist yapıların ise zaten sınıfla pek dertleri olmadı. Sınıf revizyonizmin ve reformizmin denetimine bırakıldı.

Kısaca sınıf kendi devrimcileriyle bütünleşme ve kaynaşma şansı bulamadı.

2008 yılında tartışılacak bir 15-16 Haziran’ın mahiyeti bu boyutta ele alınmalıdır. Yoksa 15-16 Haziran fi tarihinde kalan bir anma günü değildir. Sonuç olarak özetlersek:

15-16 Haziran kavgadır.

15-16 Haziran anti kapitalist bir manifestodur.

Anti kapitalizm teorisi, pratiği ve yarattığı değerlerle komünizmin kendisidir.

15-16 Haziran sınıf devrimciliğidir.

15-16 Haziran sınıftan öğrenmeyi esas almaktır.

15-16 Haziran bugündür.

15-16 Haziran bir devrimci-politik gücün var olacağı ve mana kazanacağı yeri işaret eder: O da sınıf mücadelesi, anti-kapitalist mücadeledir.

15-16 Haziran devrimin imkanının nereden yaratılacağını işaretlemektedir.

Devrimin imkanı yalnızca ve yalnızca sınıf içinde aranmalıdır. Bu ayrıca komünizmin imkanıdır. Bu komünizmin kurucu gücünün ve öznesinin harekete geçirilişi demektir.

Türkiye devrimci hareketi, sınıf kavramını genellikle ideoloji ve önderlik olarak ele aldı. Bu bağlamda kendini ifade etti ve kendini sınıfın temsiline ve öncüsüne indirgedi. Ama ne sınıfın evrenini tanıdı, ne de kendi evreniyle, sınıfın evrenini organikleştirdi. Onu nesneler yığını olarak gördü. Sınıfın kendi geleceğini, yalnızca kendisinin kurabileceğini es geçti. Sınıfın yıkıcı ve kurucu gücünü anlayamadı, bu diyalektiği görmedi.

Çünkü sınıfa bakış nasıl bir komünizm istediğimize de bir cevaptır. Komünizmin kurucu öznesini sınıf olarak görüyorsak, bugünün acil görevi 15-16 Haziran’ların yarattığı anti-kapitalist manifestoyu hayata geçirmektir. Yani sınıf devrimciliğidir. Yani sınıfla dirsek teması değil, organikleşmektir. Bu süreç sınıfı şekillendirdiği gibi bizi de şekillendirecektir.

Çünkü komünistler sınıf mücadelesine mana veren ve sınıf mücadelesi içinde mana kazananlardır.

15-16 Haziran işçi ayaklanması yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor.

Dipnotlar:

(1) Sınıfın bu özellikleri ve karakteri başka bir yazının ya da kitap çalışmasının konusudur. Örneğin Osmanlı işçi sınıfının kozmopolit yapısı, Osmanlı’da kapitalist birikim, sermaye yapısının karakteri, ilk sınıf örgütlenmeleri, ilk pratikler, grevler ve direnişler, sosyalist hareketlerin rolü, T.C.’nin kuruluş yılları ve sınıf profili ve komünist hareket, 1908-1923 diyalektiği İttihat Terakki-Kemalizm ilişkisi, kapitalizmin "gelişme" dinamikleri, sınıfa etkisi, dünden bugüne sınıfın denetim altına alınma ve ıslah edilme operasyonları, sınıf hareketinin doğuş ve gelişme dinamikleri, tarihsel momentlerde biçim alışı, sınıfın mücadele, örgütlenme geleneği ve deneyimleri, bunun bilinç ve kimliğine etkisi gibi birçok konu başlı başına incelenmesi gereken konulardır.

(2) 1961 Anayasa’sını bu paralelde değerlendirmek gerekir. Genellikle anayasa için yapılan “ilerici” vurgular son derece hatalı tanımlamalardır. Anayasa, altyapıdaki kapitalist gelişmenin ve altüst oluşun üst yapıdaki yansımalarını ifade etti. Kısaca Max Weber'in rasyonel kapitalizm diye tanımladığı, kapitalist rasyonelin gereği olarak gündeme geldi. Aynı anayasada yürütme erkini güçlendiren düzenlemelerin yapılması şaşırtıcı değildir. Bu düzenlemeler 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerine bir yandan meşruiyet kazandırdı, öte yandan kurulan “yeni” devlet-toplum-birey ilişkisinin hukuki zeminini açtı. 1960 askeri darbesiyle aynı tarihlerde İran’da Ak Devrim adında ve Mısır'da benzer darbelerin yapılması dikkat çekmektedir. 1960'lar bir anlamda kapitalist-emperyalist sistemle, sömürge ülkeler arasında yeni işbölümünün bir göstergesi oldu. Aynı zamanda kapitalist stabilizasyon yönünde işlev gördü.

(3) TC farklı dönemlerde sınıfın bağımsızlaşma dinamiklerini boğmak için çeşitli taktikler geliştirdi. Takrir-i Sükun, 141-142 gibi son derece baskıcı, faşizan yasaların yanında, devlet güdümlü örgütlenmeler de yarattı. T.C. uluslararası konjonktürün de etkisiyle 1947’de sendikalar yasasını çıkarttı. II. Dünya Savaşı sonrası ve faşizmin yıkılmasından sonra çıkan bu yasanın işçi hareketinde yaratacağı bağımsız mobilizasyon, siyasi iktidarın hemen tedbirler almasına neden oldu. Önce CHP, daha sonra DP (1949’da) kendi güdümlerinde çeşitli işçi örgütlenmeleri kurdu. CHP İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’ni kurarken, DP Hür İşçi Sendikaları Birliği’ni kurdu (1950). Daha sonra bu iki yapı birleşip İstanbul İşçi Sendikaları Birliği kuruldu. Bu birlik Türk-İş’in embriyosu işlevi gördü.

(4) 24 Temmuz 1963’te yürürlüğe giren 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası bu yöndeki adımlardan biri oldu. Kavel Direnişi bu yasanın çıkmasında ciddi rol oynadı. Ne var ki sermaye bu yasayla lokavtı da yasallaştırdı. Burjuvazi lokavtla önlemini alıyor, sınıfın kopara kopara alma geleneğini kırmak için yukarıdan düzenlemeler yapıyordu. Bu düzenlemelerin mimarının Bülent Ecevit olması misyonunu daha o zamandan belli ediyordu.

(5) 1845 Polis Nizamnamesi, 1909 Tatil-i Eşgal Kanunu Osmanlı döneminde sınıf hareketini kırma, sindirme ve kontrol etme yasaları olarak devreye sokuldu. Uluslararası burjuvazi 1830-1848 devrimlerinden çıkardıkları dersleri yarı sömürgelerde, Osmanlı İmparatorluğu’nda hayata geçirdi. T.C. döneminde de benzer uygulamalar devam etti. Özellikle 1917 Ekim Devrimi ve Avrupa'yı saran işçi hareketleri Kemalistleri önlem almaya itti.

(6) 1960-1980 arasında sınıf hareketine damgasını vuran işçi eylemleri ve yarattığı etkileri hakkında daha fazla bilgi almak için bkz; Volkan Yaraşır, Sokakta Politika, Gendaş Yay., 2001.; Volkan Yaraşır, İşgal Direniş Grev, Mephisto Yay., 2006.

Tuzla grevine destek büyüyor - YENİLENDİ


Tuzla grevine destek büyüyor - YENİLENDİ
13 Haziran 2008 -

16 Haziran’da tersane işçilerinin ölümleri durdurmak için Tuzla’da gerçekleştireceği greve destek büyüyor. Limter-İş, DİSK Genel Merkezi'nde basın toplantısı düzenleyerek 16 Haziran grevinde dile getirecekleri talepleri açıkladı. Sendika, yarın “TOBB ile yapılacak toplantıda grevi zayıflatmaya dönük bir çaba varsa buna asla izin vermeyeceğiz" dedi. İstanbul’da kamu emekçileri ve üniversite öğrencileri grev günü Tuzla işçisi ile birlikte olacaklarını açıkladılar.

Liman Tersane Gemi Yapım Onarım İşçileri Sendikası Limter-İş, bugün DİSK Genel Merkez binasında bir basın toplantısı düzenledi. Sendika, grev öncesinde yarın TOBB, DİSK, Türk-İş, Limter-İş, Dok Gemi-İş ve GİSBİR'in katılacağı toplantıya ilişkin görüşlerini ve grev meydanında dile getirecekleri talepleri açıkladı. Basın toplantısına DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, Limter-İş Genel Başkanı Cem Dinç ve Genel Sekreteri Kanber Saygılı katıldı.

Limter-İş Genel Başkanı Dinç, hazırladıkları "Gemi İnşa Sektöründeki Seri Ölümlü İş Kazaları ve İş Güvenliği Önerisini" kamuoyuna açıkladı.






Yaşam üzerine pazarlık olmaz
Dinç, 16 Haziran tersane grevinin “yaşam hakkı mücadelesi” olduğunun altını çizdi. İşçilerin yaşamı üzerine pazarlık yapmayacaklarını belirtti. Yarın gerçekleşecek toplantı hakkında sendikanın görüşüne açıklayan Dinç, çözüm adımlarını ertelemeye, başka toplantılara havale etmeye ve zamana yaymaya yönelik hiçbir girişimi kabul etmeyeceklerini ifade etti.

Dinç, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin girişimiyle, tersane patronları ve sendika konfederasyonların da katılacağı yarınki toplantıya ilişkin de bir uyarıda bulundu. “14 Haziran toplantısı bir oyalama, grev irademizi kırmaya, zayıflatmaya dönük bir çabaya dönüştürülmesin” diye konuştu.

10 maddelik iş güvenliği önerisi
Öneride, patronların yükümlülüklerini ortaya koyan, İş Sözleşmesi Türleri, Deneme Süresi ve Çalışma Belgesi, Çalışma Süreleri ve Dinlenme Molaları, Ücretlerin Ödenme Şekli, Vasıta, Fazla Çalışmalar, Hastalık ve İş Kazası, İşçi Sağlığı, İş Güvenliği Malzemeleri, İş Sağlığı ve Güvenliği Kuralları başlıkları altında toplam 10 madde bulunuyor.

Talepler kabul edilmezse üretim duracak
DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün yaptığı konuşmada grev taleplerinin zaten yasalarda mevcut olan zorunluluklar olduğuna dikkat çekti. Tersanelerdeki kuralsızlığa derhal son verilmesini istedi.
Limter-İş Genel Sekreteri Kanber Saygılı ise, insani taleplerinin karşılanmasını ve tersanelerdeki kölece çalışma koşullarına son verilmesini istedi. Saygılı, talepler kabul edilmediği takdirde grevin, 16 Haziran sabahı saat 07.00'de Tuzla Gemi önünde başlayacağını duyurdu. Saygılı taleplerin kabul edilmesi durumunda da kazanımı davul zurna eşliğinde kutlayacaklarını söyledi.


KESK İstanbul Şubeleri Tuzla Grevine destek veriyor
Dün öğlen saatlerinde Unkapanı'ndaki Tekel binası önünde bir araya gelen KESK İstanbul Şubeler Platformu Tuzla Grevine destek verdiklerini duyurdu. Platform dönem sözcüsü Cemaletten Yüksel tarafından yapılan basın açıklamasında neoliberalizmin saldırganlığına ve tersanelerdeki kuralsız çalıştırmaya karşı emekçilerin birliğinin etkili olacağına değinildi. Açıklamada 16 Haziran grevine KESK İstanbul Şubeler platformu olarak destek verildiği duyuruldu.

Üniversitelilerden Tuzla Grevi’ne destek eylemi
İstanbul'da üniversite öğrencileri Tuzla tersanelerinde yaşanan iş cinayetlerini protesto eden ve 16 Haziran'da gerçekleştirilecek olan greve çağrı yapan bir eylem düzenledi. 12 Haziran Perşembe günü saat 13:15'de İ.Ü Fen Fakültesinden çıkan öğrenciler fakülteler arasında gerçekleştirdikleri yürüyüşle "Tuzla İşçisi Yalnız Değildir", "Artık Ölüm İstemiyoruz" sloganlarıyla fakülte bahçelerinde bekleyen öğrencileri eyleme davet ettiler. Ardından Beyazıt ana kapının önüne gelindi. Merkes kampus'tan çıkan 100 civarında öğrencinin de katılımıyla eylemin coşkusu ikiye katlandı. Ana kapının açılmasıyla "Grev, grev, grev" slogalarıyla buluşan öğrenciler basın açıklamasından önce Tuzla tersanelerindeki ölümlere dikkat çekmek için yere yatıp "TUZLA" yazarak bir işçinin çalışırken ölümünü canlandırdıkları bir skeç sergilediler.

Sloganların ve konuşmaların ardından okunan basın açıklamasında son birkaç yıllık dönemde yaşanan iş cinayetlerini ve işçi direnişlerinin hatırlatarak, tersanelerde 1800'lü yılları aratmayan kölece koşulların yaşandığını ifade ettiler. AKP Hükümeti, tersane patronları, sarı sendika Dok Gemi-İş'in ağız birliği yapmışcasına, iş cinayetlerinde işçileri suçladıklarını hatırlatan öğrenciler, gerçek suçluları iyi tanıdıklarını belirtti. Tuzla tersanelerindeki taşeronlaştırma, kuralsız ve güvencesiz çalıştırma politikalarının bugün üniversitelerde de paralı eğitim olarak karşılarına çıktığını belirten öğrenciler 16 Haziran'da Limter- İş sendikasının çağrısıyla yapılan greve destek olduklarını söyledi. Öğrenciler 16 Haziran'da sınavlar olsa da sabahın erken saatlerinden itibaren Tuzla tersanelerinin önünde olacaklarını açıkladı. Eyleme 200 civarında üniversite öğrencisi katıldı.





Aydın ve sanatçılardan Tuzla Bildirisi
Öte yandan geçtiğimiz çarşamba günü Taksim Hill otelde yapılan bir açıklamayla çok sayıda aydın ve sanatçının ortak imza attığı “Tuzla’da Ölümleri Durdurun” başlıklı bir bildiri yayınlandı. Sanatçı Mehmet Ali Alabora’nın basınla paylaştığı bildiri de Tuzla’da yaşanan ölümlerin yarattığı öfke dile getirilirken tersane işçilerinin can güvenliği için gerekli önemlerin alınması talep ediliyor.

Bildiriye imza atan aydın ve sanatçılar şöyle:

A.Hicri İzgören (Şair), Abdullah Anar (İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı), Ahmet Abakay (ÇGD Genel Başkanı), Ahmet Çakmak (Yazar-Akademisyen), Akın Birdal (Milletvekili), Ali Şimşek, Alin Taşciyan (Sinema Yazarı), Arif Sağ (Müzisyen), Aslı Biçen (Çevirmen), Aslı Omdan (Akademisyen), Asuman Susam (şair), Ataol Behramoğlu (Şair), Atilla Ayçin (Hava-İş Genel Başkanı), Atilla Özsever (Akademisyen-Gazeteci), Av. Muharrem Erbey (İHD Diyarbakır Şube Başkanı), Aydın Akkuş, Ayhan Diken, Aysegül Devecioğlu, Aysin Önen, Ayşe Berktay (Çevirmen), Behiç Ak (Karikatürist – Tiyatro Yazarı), Berhan Şimşek, Betül Tarıman, Bilgesu Erenus (Yazar-Şair), Murat Özcan (Kameraman), Cafer Solgun (Gazeteci-yazar Yüzleşme Derneği Başkanı), Cahit Berkay (Müzisyen), Cansu Bakar, Celal inal (Sair), Cengiz Algan (Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Girişimi), Cengiz Arın (Öğretim Görevlisi), Çağatay Kadı(Müzisyen), Deniz Oral (Oyuncu), Derya Özgüzel, Doğan Tarkan (DSİP Genel Başkanı), Dr. Engin SARI(Öğretim, Elemanı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi), Dr. Ümit Şahin (Türkiye Yeşilleri) , Eftal Gülbudak, (Anatole Sokak Oyuncuları) , Erendiz Atasü (Yazar), Erol Kızılelma 8Sodev Başkanvekili) ,Ertuğrul Mavioğlu (Gazeteci), Eşber Yağmurdereli (Yazar-Hukukçu), Eylem Can (Düzeltmen), Fehim Caculi (Yönetici), Ferhat Kentel (İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi), Feza Kürkçüoğlu (Gazeteci), Filiz Ülgüt (Çevirmen - Küresel BAK Aktivisti), Fuat Ercan (Öğretim Görevlisi) ,Funda Ata(Barışarock Aktivisti), Garabet Orunöz, Görkem Yeltan (Sanatçı), Gülen Gönül Şahin (Küresel BAK aktivisti Kamu emekçisi),Gülsüm Cengiz, Gülten Kaya, Hakan SÜRSAL – (Şair / Yazar), Halil Çelikkıran (Barışa Pedal Aktivisti), Hamiyet Göksu (CHP Kadın Kolları Kocaeli İl Başkanı), Hasan Gürelliler (İnsan Kaynakları Danışmanı), Hasan Saltık, Hasan Üstün (Öğretim Üyesi), Hikmet Acun( Yazılımcı), Hülya Özdemir Yüksel, İlyas Orak, İsmail Saymaz (Gazeteci), Kemal Özer, Kerem Kabadayı (Sanatçı - Mor ve Ötesi), Korhan Özyıldız (Müzisyen), Lale Mansur, Leman Sam (Sanatçı), Leylâ Erbil (Yazar),Mazlum Çimen (Sanatçı), Mehmet ALTUN (Şair Arkeolog), Mehmet Demir (Gazeteci - KESK Haber-Sen MYK Üyesi), Mehmet Güleryüz, Mehmet Selim Baki (Mimar), Meltem Küçükali, Meltem Şenyüksel, Memet Ali Alabora, Metin Fındıkçı (Şair-Çevirmen), Metin Uca, (Yazar), Muammer Ketencioğlu (Sanatçı), Murat Ceylan (Doğa ve Macera grubu), Murat Yılmaz(Serüvenci), Musa Dinç (Yazar), Mustafa Dermanlı, Mustafa Erdoğan (Sanat Yönetmeni), Mustafa Güney (Sanatoloji), Müge Sökmen (Yayıncı), Namık Kuyumcu (Şair), Navzat Karakış (Sanatçı), Nergis Demir (Tuzla Hayat Gazetesi Haber Koordinatörü), Neşe Erdilek (Sosyolog-Yazar), Neşe Yaşın (Şair), Nevzat Süer Sezgin (Eğitimci), Nilgün Uygun (Öğretim Görevlisi), Nilgün Yurdalan (Kadın Hakları Aktivisti), Nilüfer Uğur Dalay (İktisatçı), Nuh Aşan, Nuri Ödemiş (Küresel BAK aktivisti), Nursel Modan Şengür (Feminist Aktivist), Oral Çalışlar (Gazeteci), Orhan Alkaya(Şair-Yönetmen), Osman Köse (Gazeteci - KESK Haber-Sen MYK Üyesi), Ömer Madra, Önder Böke, Özgür Gürbüz (Gazeteci), Öznur Külekçi, Pelin Batu (Sanatçı-KEG Aktivisti), Pınar Kür (Yazar),Rana Arıbaş, Reis Çelik (Yönetmen), Roni Margulies (DSİP), Rutkay Aziz, Rüstem Batum (TV Programcısı – Yönetmen), S. Hulya Seckin, Sema Kaygusuz (Yazar), Sema Moritz, (Sanatçı), Sema Simav, Semra Somersan (Öğretim Üyesi),Serap Yağız (Müzisyen), Sevgi Tamgüç (Çevirmen), Sezer Ateş Ayvaz (Yazar), Sina Akyol, Suavi (Müzisyen), Şakir Özüdoğru, Şebnem Köstem (Oyuncu), Şengül Çiftçi (Keg Aktivisiti), Şenol Karakaş (KEG Aktivisti), Şevval Sam, Şeyhmus Diken (Yazar), Şilan Işık (UBarışa Pedal Aktivisti), Şükrü Erbaş (Şair), Taner Öngür(Müzisyen) ,Tarık Günersel (PEN Başkanı),Tevfik Taş (TYS Genel Sekreteri), Tuba Malik, (Barışa Pedal Aktivisti), Tuncay Birkan (Editör-Çevirmen), Tülin Dursun Dav.Bil.-Yazar, Ufuk Uras (ÖDP Genel Başkanı-Milletvekili), Ümit Kıvanç (Gazeteci – Yazar), Ümran İnceoğlu (Anatole Sokak Oyuncuları), Vecdi Çıracıoğlu, Vecdi Erbay (Şair-Yazar), Vedat Sakman (Müzisyen), Yasemin Göksu (Sanatçı), Yasemin Yazıcı(Yazar), Yavuz Bingöl (Sanatçı), Yıldız Önen (Küresel BAK Aktivisti), Yonca Demir, Zeynep Tanbay (Dansçı), Zuhal Olcay

Adana’dan Tuzla’ya destek
İnsan Hakları Derneği şubesinde basın toplantısı düzenleyen demokratik kurumlar, Tuzla grevine destek vereceklerini duyurdu. Kurumlar Adana halkını grev günü yapılacak eyleme güç vermeye çağırdı.

Ezilenlerin Sosyalist Platformu, Tekstil-Sen, İHD, EMEP, DİP-G , TÖP, HP, ÇHKM, Sosyalist Parti Girişimi, Halkevleri, SEH’in katıldığı basın toplantısında açıklamayı ESP'li Yasemin Tuğcu okudu. Tuğcu “İşçi sınıfının şanlı 15-16 Haziran direnişinin yıl dönümüne denk gelen bu grev işçilere, emekçilere tersane işçilerinin hem kendi fiili meşrumücadeleleri hem de 15-16 Haziran direnişi kazanmanın yolunun direnmekten geçtiğini bir kez daha hatırlatıyor” diye konuştu.
Grevin tarihsel önemine vurgu yapan Tuğcu, Limter-İş Sendikası'nın öncülüğünde yapılacak grevle eş zamanlı olarak Adana'da bir eylem yapacaklarını duyurdu. 16 Haziran günü saat 12.30 İnönü Parkı'nda bir araya geleceklerini dile getiren Tuğcu, işçilerin grev haykırışına Çukurova'dan destek vereceklerini kaydetti. Tuğcu açıklamasında Adana halkına da çağrıda bulunarak eyleme katılmalarını istedi.





Ölüme değil yaşama yelken açan tiyatroculardan greve destek
“Ölüme değil, yaşama yelken açan” tiyatrocular, dün Kadıköy İskele Meydanı'nda bir gösterim düzenledi. Tuzla'da Grev Sokakta Sanat Günleri etkinlikleri dün akşam İçmeler Tren İstasyonu'nda açılan sergi ile devam etti.

Tiyatrocular, 16 Haziran tersane grevine yelken açtılar. Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı (BEKSAV) ile çok sayıda tiyatro grubunun birlikte düzenlediği Tuzla'da Grev Sokakta Sanat Günleri etkinliklerinin ikincisini dün akşam Kadıköy İskele Meydanı'nda idi. Meydanda toplanan onlarca emekçinin ilgiyle izlediği gösterimde tiyatro sanatçıları, bedenleriyle bir gemi inşa etti. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” adlı şarkıyı seslendiren sanatçılar, “Tersane işçisi yalnız değildir” diye haykırdı.

Tersane işçilerinden kareler
İçmeler Tren istasyonunda resim sergisi açan BEKSAV, tersane grevine destek sundu. Halkevleri Fotoğraf Atölyesi'nin katkılarıyla açılan sergi, işçi ve emekçilerin ilgisiyle karşılandı. Kendilerini ya da mesai arkadaşlarını karelerde yakalayan işçilerin mutlulukları yüzlerine yansıdı.





Ümraniye’de destek etkinliği
Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi'nde Tuzla greviyle dayanışma çalışmalarını sürdüren kurumlar bir etkinlik düzenledi. Tersane işçilerinin destek çağrısı emekçi semtlerinde, fabrika önlerinde devam etti.

Haber Kaynakları: Atılım, Birgün, Kolektifler.net

kaynak:sendika.org

hala futbol güzellemesi mi? Temel DEMİRER


Temel DEMİRER
Hâlâ "futbol" güzellemesi mi?! / Temel DEMİRER
Administrator tarafından yazıldı
Salı, 10 Haziran 2008 21:17
"Futbol olmasaydı,

Portekiz'i yönetemezdim."[1]

"Futbol"...

Büyük bir çoğunluğun hayatındaki, "masum" ve "olağan"mış gibi sunulsa da, "sadece futbol" olmayan, olması da mümkün olmayan şey...

"İyi de, o ne" mi?

Nereden yanıtladığınıza bağlı...

Örneğin Celâl Üster gibi, "Futbolun, daha doğrusu ‘top oyunu'nun, beş bin yıl önceye giden kökenleri"nden de söz edebilirsiniz; veya Haluk Sunat gibi, "Futbol bir oyundur. Hayat da. Futbol sadece futbol değildir, artanı hayata dahildir. Herkes hayatını ve futbolu kendi meşrebine göre yaşar," da diyebilirsiniz!

Veya hem "sosyalist" ve hem de fanatik bir FB'li, GS'li, BJK'lı, TS'li, Ankaragüçlü, Gençlerli olup, futbola "güzellemeler" de düzebilirsiniz...

Onlar bir yana; ben kendi hesabıma hâlâ (çok "dinozor" bulunsa da) futbolun kesinlikle masum bir oyun olmadığını düşünüyorum!

Popüler kültür içerisinde yer edinen üç temel alandan (medya-spor-müzik) biri olan spor/futbol, özellikle XX. yüzyıldan itibaren toplumsal yapı üzerindeki belirleyiciliği ile toplumbilimcileri düşündüren bir sorunsal olagelmiştir. Toplum düzenine ilişkin yansımalar alanı olarak görülmesi sporu, özelde ise futbolu kültürel etkinlikler içerisinde ele almayı zorunlu kılmaktadır. Sıradan bir eğlence ve oyun etkinliği çerçevesinde algılanan spora/futbola aslında siyasi, ekonomik ve sosyal boyutları da içeren daha geniş bir perspektiften bakmak gerekmektedir. Buna göre futbolun, boş vakit aktivitelerinin ve beden-ruh terbiyesinin ötesindeki analizleri ve de tartışmaları zorunlu kılan bir süreci içerdiği söylenebilir. Diyalektik çözümlemelerin odağında değerlendirildiğinde spor/futbol; kapitalist yapılanmanın ve sosyal sınıflar arasındaki kaçınılmaz çelişkilerin belirlediği ideolojik, politik ve kültürel mücadeleler alanı içinde yer edinmektedir. Öyle ki, kapitalizmin reklam ve yönlendirme aracı hâline getirilen sporun/futbolun, endüstriyel alana dönüştürülmesiyle son derece etkili bir sömürü kanalına dönüştürüldüğü görülmektedir. Ayrıca kapitalist hegemonyanın sürekli kılınması bağlamında, toplumu yönlendirmeye dönük mesajlarıyla, ideolojik ve kültürel araç işlevini de yüklenmiş bulunmaktadır. Bu açıdan birey/toplum: kapitalizmin yarattığı beğenileri, mutluluk formlarını, dünya görüşünü, dolayısıyla değerler sistemini kabullenmekte ve kendi sosyal gerçekliklerinin dışında yaratılan, yabancılaşmanın hâkim olduğu bir yaşam alanına hapsedilmektedir.[2]



FUTBOLUN "NE"Sİ?

Bilmeyen var mı? Varsa sıralayarak nakledelim:

Mustafa Sönmez'in işaret ettiği üzere, "Geçmişin toprak sahalarında, kent, mahalle takımları ile amatör bir ruhla oynanan, giderek ‘manüfaktür' dönemini, takiben de endüstriyel-global dönemini yaşayan futbol, artık kapitalistik bir eğlence sektörü ve milyarlarca dolarlık katma değerin yaratılıp paylaşıldığı ekonomik bir sektör. (...) Futbol, endüstriyel bir ürün olarak, her yıl da biraz daha global ölçekte üretilen bir meta..."

Veya Erinç Yeldan'ın ifadesiyle, "Futbol artık "endüstriyel" bir piyasa yatırımına dönüştü..."

Ya da Erdal Atabek'in belirttiği gibi, "Futbol, bir yeni dindir. Onun büyük ve ateşli ayinleri yapılmaktadır. O kendi tanrılarını yaratmaktadır. Futbolcular ve teknik direktörler. Bu yeni dinin tapınakları stadyumlardır. Milyonlarca ateşli mürit mezheplere (ayrılmış) tutkun taraftarlardır. Her hafta kendi ayinlerini yaparlar. Her hafta yeni kurbanlarını kendi sunaklarında keserek rahatlarlar..."



Bir "oyun" olmaktan çık(artıl)mış futbol; ‘insan' öğesini farklı açılardan bünyesinde barındıran bir spor dalıdır. Yarattığı global ekonomik pazarla geniş halk kitlelerini peşinden koşturan, toplumların ve ülkelerin sosyo-ekonomik geleceklerinde etkileyici rol oynayan, yine toplumların olumlu ya da olumsuz kitle psikolojilerine yön veren futbol, hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Günümüzde futbolun bu derece popüler hâle gelmesinin önemli bir sebebi de, profesyonelliktir. Futbolun, çok büyük miktarlarda para getirdiğini gören gençlerin çoğu; bu sporu yalnız zevk için değil, aynı zamanda meslek olarak da seçmektedirler.

Yine futbolun sosyolojik, kültürel, ekonomik, hukuki ve siyasal yönlerini göz ardı etmek mümkün değildir. Sosyolojik açıdan futbol, günümüzün toplumsal kurumlarından biridir ve tüm ülkelerde sınıf farkı gözetilmeksizin oynanmaktadır. Kültürel açıdan bakıldığında dil, cinsiyet, etnik köken ayrımı yapılmaksızın; gerek tribünlerde gerekse ekran karşısında dünyanın her bir köşesindeki milyonlarca insanı aynı anda bir araya getiren başka bir organizasyon yoktur. Ekonomik yönden futbol, yılda yalnızca tek bir ülkede milyarlarca dolar ciro yapabilen sanayileşmiş bir sektördür. Siyasal bakımdan futbol, günümüz dünyasında devletlerin uluslararası ilişkilerde çözümleyemediği, askeri ve diplomatik mücadelelerin bir başka alanda aynen sürdürülmesine ya da çözümlenmesine yarayan bir araç olarak değerlendirilmektedir. Futbol bu niteliğiyle sadece uluslararası alanda değil, iç politik gelişmelerde de temel bir işlev görmektedir. Portekiz'de XX. yüzyılın en uzun diktatörlüklerinden birini kurmuş olan Salazar'ın bu uzun diktatörlük sürecinin gerekçesini "Fiesta, Fado ve Futbol"dan oluşan 3F formülüne bağlaması bir rastlantı değildir.

Futbol, ülkeler için günümüzde etkili bir propaganda aracı olarak da kullanılabilmektedir. Sonuçta spor ve özellikle en popüler spor dalı olan futbol, milliyetçi duyguların güçlenmesine neden olmaktadır. Yine milli maçlarda ve gerilim düzeyi yüksek önemli maçlarda saldırgan-şövenist tutumlar kendini göstermektedir. Ülkemize bakıldığında da, Türk milliyetçiliğinin futbol sahalarında ortaya çıkan en belirgin yanı, Avrupa-Batı kompleksidir. Mevcut ikilemde bir yandan Avrupa ülkelerine ve takımlarına imrenme, kıskanma, onlar gibi olma isteği, diğer yanda Batı'yı düşman gibi görme, intikam alma, kendi gücünü kabul ettirme isteği vardır.

EVET SÖZÜ EDİLEN BİR "ENDÜSTRİ"DİR!

Hayır! Kesinlikle "başka bir futbol" mümkün değildir artık!

Çünkü Korkmaz İlkorur'un da itirafındaki üzere, "Futbol bütün dünyada artık çok büyük ve diğer sektörler ile geniş bağlantı içinde olan bir endüstri hâline gelmiştir. Yani, artık yalnızca bir spor olayı değildir. Ekonomik bir olaydır; bir ‘iş'tir. Türkiye de bu gelişmeden payını ciddi bir şekilde almaktadır."

"Giderek çokuluslu şirketlere, işverenlere, sponsorlara, medyaya, eğlenceye, turizme bağımlılaşan bir futbol izliyoruz";[3] ve artık verili koşullar içinde farklısı da mümkün ve muhtemel değildir!

Kolay mı? Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Murat Başesgioğlu, "Spor bir oyun ancak bunun yanında artık bir endüstri oldu," diyor.

Spor ekonomisinin büyümesi için gerekli çalışmaları yaptıklarını, sponsorluk yasalarını çıkarttıklarını söyleyen Başesgioğlu, Turkcell Süper Lig'in en çok gelir getiren 7. lig olduğunu kaydediyor.

Ve dünya futbol ekonomisinin duayen ismi stratejist Colin Smith de ekliyor: "Krizler anında giyime daha az para harcayabilirsiniz, ama maçları seyretmek zorundasınız. Futbol ayakta kalır. Durgunluk tanımaz"!

Evet artık istemeseniz de "futbol deyince..." kapitalist piyasanın bir "endüstri"sinden söz etmiş oluyorsunuz...

"PİYASA DEĞERİ"

Evet futbol, kapitalist piyasanın bir "endüstri"sidir ve onu niteliklerini belirleyen bir "değeri" vardır!

º Avrupa futbol liglerinin 2005-2006 sezonundaki toplam kazancı 12.6 milyar Avro'ya çıktı...

º 2006 Dünya Kupası'na katılan ülkelerin milli gelirlerinde 20 milyar dolarlık bir artış oldu. Kupaya ev sahipliği yapan Almanya 5-10 milyar Euro kazandı...

º Avrupa ekonomisinde 1.4 milyar Euro'luk değer yaratacak olan Euro 2008'de, Türkiye'nin 1 maçının katkısı 42 milyon Euro olacak. MasterCard'ın yaptırdığı araştırmaya göre, Türk Milli Takımı'nın oynayacağı 1 maç Avrupa ekonomisine 42 milyon Euro'luk değer yaratacak. 7 Haziran tarihinde ilk maçına çıkacak olan Türkiye ise 8 günde oynayacağı 3 maçla Avrupa'ya toplam 126 milyon Euro'luk değer katacak.

º 2007 yılı başında, Real Madrid'in İngiliz futbolcusu David Beckham, yıllık toplam 52 milyon dolar tutan transfer ücretiyle Amerika'nın Los Angeles Galaxy takımına transfer oldu. Söz konusu rakam Beckham için haftada bir milyon dolar gelir anlamına gelmekte. İngiltere ise bu yakışıklı yıldız oyuncusunun kimliğinde, dünya futbol ve şov piyasasına önemli bir ihraç "malını" daha sunmuş oluyor...



2007-2008 ŞAMPİYONLAR LİGİ TAKIMLARININ KADRO DEĞERLERİ (Milyon Euro)[4]

SIRA
TAKIM
DEĞER
SIRA
TAKIM
DEĞER

1
BARCELONA
444
10
SEVILLA
188

2
CHELSEA
399
11
O. LYON
182

3
REAL MADRID
387
12
PORTO
122

4
M. UNITED
327
13
SHALKE
112

5
AC MILAN
308
14
FENERBAHÇE
90

6
INTER MILAN
249
15
CELTIC
70

7
LIVERPOOL
281
16
OLYMPIAKOS
64

8
AS ROMA
218
218
TOPLAM
3.735

9
ARSENAL
249
249
TAKIM ORTALAMASI
233






º 2007-2008 sezonu Şampiyonlar Ligi'nde gruplarından çıkan 16 takımın toplam futbolcu değeri 3 milyar 735 milyon Euro olarak hesaplandı. 16 takımın en pahalı futbolcu kadrosuna toplam 444 milyon Euro ile Barcelona, en ucuz kadrosuna ise toplam 64 milyon Euro ile Olympiakos sahip. Fenerbahçe, 90 milyon Euro'luk kadro değeri ile 16 takım içinde 14'üncü sırada yer aldı.

Şampiyonlar Ligi'nde gruplarına kalan Barcelona, Chelsea, Real Madrid, Manchester United, AC Milan, Inter Milan takımları ilk 6 sırada yer aldı. 6 takımın toplam kadro değeri Şampiyonlar Lig'ine katılan tüm 32 takımın toplam değerinin yüzde 42 sini oluşturdu...

º Deloitte Spor Endüstrisi Grubu tarafından hazırlanan Yıllık Futbol Finansmanı Araştırması raporuna göre, 2006-07 sezonu sonunda Avrupa futbol pazarı 1 milyar avro artışla 13.6 milyara Euro'ya yükseldi. Bu rakamın 7 milyar Euro'su İngiltere, Almanya, İspanya, İtalya ve Fransa liglerinin gelirleri toplamına ait.

İngiliz Premier Ligi, 2.3 milyar Euro toplam gelirle bu dev pastadan aslan payını alan lig konumunda. Ardından 1.4 milyar Avro ile Alman Bundesliga geliyor.



Transfer ücretlerinin toplam gelire oranı 2006-07 sezonunda Bundesliga dışında Avrupa'nın en büyük beş liginde yüzde 62-yüzde 64 oranlarında seyrediyor. Bundesliga ise yüzde 45'lik bir oran tutturmuş durumda. Ayrıca Alman takımları, İngiliz takımlarından üç kat daha fazla olan yüzde 18'lik bir kârlılık oranına sahip. Bu da Bundesliga'nın işletme kârı en yüksek lig olduğu anlamına geliyor.



KULÜPLERİN GELİR VE KAYNAKLARI (Milyon Euro)[5]

GELİR SIRALAMASI
YAYIN GELİRİ SIRALAMASI
ÜRÜN SATIŞI SIRALAMASI
GİŞE HASILATI SIRALAMASI
LİGLERİN DEĞERİ

KULÜP
GELİR
KULÜP
GELİR
KULÜP
GELİR
KULÜP
GELİR
KULÜP
GELİR

R. MADRID
292.2
R. MADRID
89.2
R. MADRID
125.6
R. MADRID
75.2
İNGİLTERE
2.763

BARCELONA
259.1
BARCELONA
94.1
BARCELONA
88.4
BARCELONA
76.6
İSPANYA
2.475

M. UNITED
242.6
M. UNITED
65.9
M. UNITED
73.6
M. UNITED
103.1
İTALYA
2.021

MILAN
238.7
MILAN
154.3
MILAN
53.6
MILAN
30.8
TÜRKİYE
672

CHELSEA
221.0
CHELSEA
76.1
CHELSEA
61.5
CHELSEA
83.4
PORTEKİZ
510

INTER
206.6
SEVILLA
50
F. BAHÇE
31.2
SEVILLA
40



PORTO
125.0
PORTO
12-18
SEVILLA
?
F. BAHÇE
30



SEVILLA
115.0
F. BAHÇE
11
PORTO
?
PORTO
9



F. BAHÇE
111.0














º Televizyon, yıllık cirosu yaklaşık 200 milyar dolara dayanan futbolun endüstrileşmesini sağlayan ve bu endüstrinin kendini yeniden üretmesini sağlayan en önemli araç konumunda. Futbol endüstrileştikten sonra bütün dünya liglerinde şampiyon olan takım sayısı azaldı ve ligler aynı kulüplerin aralarında çekiştikleri, diğerlerinin figüran rolünü üstlendiği birer Hollywood filmine dönüştü...

º Uluslararası danışmanlık şirketi Deloitte'un Spor Sektörü Grubu'nun her yıl gerçekleştirdiği ‘Futbol Para Ligi' araştırmasına göre, dünyanın en büyük 20 kulübünün elde ettiği toplam gelir 2007 yılına göre 2008'de yüzde 11 oranında artarak 3 milyar 700 milyon Euro'ya ulaştı.

Real Madrid ise 351 milyon Euro ile yine dünyanın en çok kazanan futbol kulübü oldu. 2006-2007 sezonu finansal verilerine dayanarak hazırlanan ‘Deloitte Futbol Para Ligi' araştırmasına göre, Fenerbahçe 87 milyon 20 bin Euro'luk gelirle önümüzdeki yıllarda dünyanın en çok kazanan futbol kulüpleri arasına girmeye aday oldu...

º Avrupa'da, İngiltere'nin de yer aldığı en büyük beş ligde kulüp gelirleri toplam 6.7 milyar avroyu buldu.

Avrupa'da ‘futbol' gelirleri yüzde 9 arttı.

Deloitte'nin Avrupa liglerinin futbol kulüplerinin finansal verilerini inceleyerek hazırladığı yıllık futbol finansmanı araştırmasına ilişkin raporunda, 2006 yılında olduğu gibi 2007'de de en yüksek kazancı 2 milyar avro ile İngiltere Premier Ligi kulüplerinin elde ettiği belirtildi. İtalya Serie A ligi kulüplerinin gelirinin 1.4 milyar avro düzeyinde kaldığının belirtildiği raporda, bunu 1.2 milyar avro ile Alman Bundesliga ve 1.2 milyar avro ile İspanyol Primera Division'un, 900 milyon avro ile de Fransız Ligue 1 kulüplerinin izlediği aktarıldı...

º Futbol endüstrisinden yılda 1 milyar Euro'luk gelir sağlayan UEFA'nın sponsorluk ve yayın haklarıyla birlikte bütçesinin her geçen yıl arttığını söyleyen Asbaşkan Şenes Erzik, UEFA'nın futboldaki gelirlerini ve dünya futbolunun nasıl dev bir endüstri hâline geldiğini anlattı. Sadece Şampiyonlar Ligi'nden geçen yıl 750 milyon Euro gelir sağlayan UEFA, bu paranın yüzde 82'sini kulüplere ve federasyonlara dağıttı. Geri kalan yüzde 18'ini ise kendi organizasyonları ve kurumun diğer giderlerine harcadığından söz etti...

Ve nihayet Türkiye...

º Türkiye Süper Ligi'nde ilk 6'ya giren takımlar da ayrıca ödül alıyor. Buna göre şampiyon olan takıma 3.5 milyon dolar, ikinciye 2.8 milyon dolar, üçüncüye 2.1 milyon dolar veriliyor. Ligi dördüncü bitiren kulüp 1.4 milyon dolar, beşinci bitiren takım 1.1 milyon dolar kazanıyor. Altıncı sıradaki kulübü ise 700 bin dolar ödül veriliyor...

º Sarı lacivertli takımın 2007 yılı sonu toplam gelirleri 111 milyon Euro'ya ulaştı. Bu rakamın 11 milyon dolarını Süper Lig yayın gelirleri oluşturuyor.

F.Bahçe'nin Fenerium aracılığıyla ulaştığı ticari gelirler 31 milyon Euro'yu geçerken, Şükrü Saraçoğlu'ndan elde ettiği stat, yani maç günü gelirleri 30 milyon Euro'ya yaklaştı. Futbolcu, takım ve liglerin değerlerinin yansıtıldığı Transfermarkt adlı internet sitesine göre F.Bahçeli futbolcuların toplam değeri 89 milyon 650 bin Euro. Yaş ortalaması 26 olan Fenerbahçeli oyuncuların ortalama değeri ise 3 milyon 320 bin Euro...

º Forbes Amerika Dergisi, en çok gelir elde edilen 30 futbol kulübü arasında yaptığı değerlendirmede, Fenerbahçe'yi 27. sırada gösterdi...

º Fatih Terim ayda 135 bin YTL (135 milyar TL) maaş alıyor!



DEVAMLA: EKONOMİSİ...



‘Futbol Ekonomisi' ve ‘Endüstriyel Futbol' başlıklı iki kitabı bulunan Tuğrul Akşar'a göre, futbol ekonomisinde önemli ölçüde bilet satışlarından oluşan maç gelirleri, doğrudan futbolla ilgili olan tek kalem. Ancak, bunun Türkiye'de büyük kulüplerinin toplam gelirlerinin içindeki payı yalnızca yüzde 30. Naklen yayın, en önemli gelir kalemlerinden birisi, ağırlığı büyük kulüplerin bütçelerinde yüzde 55-60'a kadar ulaşıyor. Kulüpler, ayrıca sponsor firmalardan ve logolu ürün satışlarından da gelir elde ediyor.



Akşar'ın hesaplamalarına göre, Türkiye'de futbol kulüplerin gelirleri toplam 500 - 600 milyon dolar, toplam futbol ekonomisi ise 5 milyar dolar. Kulüp gelirlerinin içinde ‘maç günü gelirleri' futbol ekonomisinin yüzde 3'ünü oluşturuyor.



Dünyada kulüp gelirleri, 13 milyar doları Avrupa'dan olmak üzere, 22 milyar dolar. Dünyada toplam 200 milyar dolarlık futbol ekonomisi var. Bu rakam Türkiye'nin milli hasılasının yaklaşık yarısına denk geliyor.



Tuğrul Akşar'ın hesaplamalarına göre futbol, kendisi için bir birim gelir yaratırken, diğer sektörlere dokuz birim para akmasını sağlıyor. Akşar'ın sıraladığı birkaç çarpıcı örnek: 2002 yılındaki Dünya Kupası'na Türkiye'den Kore ve Japonya'ya 2 bin 500 kişi gitti.



Türkiye'nin bu kupada yarı finale çıkması, bayrak ve forma satışlarını patlattı, tekstil sektörü bir ayda ek 50 milyon dolar gelir elde etti. Maç arası reklam yayınlarından medya şirketlerinin elde ettiği gelir, saniye başına 14 kat arttı.



Türkiye'nin katılamadığı 2006 Dünya Kupası sırasında ise LCD, plazma TV ve uydu anten satışı 190 milyon dolar arttı.



Almanya'da yapılan 2006 Dünya Kupası, Türkiye turizmini sekteye uğrattı. Bunun üzerine Türk turizm şirketleri, Alman kadınlarına yönelik "Kocanı bırak da gel" kampanyaları düzenlediler.



Evet Dünya Kupası'na 1.7 milyar Euro'nun üzerinde harcama yaparak hazırlanan Almanya, bu organizasyondan en kârlı çıkan ülke oldu. Kupanın galibi İtalya'nın 2006'da yüzde 7 büyüyeceği hesaplanırken, kupanın üçüncüsü ev sahibi Almanya'nın 25 milyar Euro kazanacağı tahmin ediliyor. İtalya'nın sponsoru Puma ve futbol toplarının resmi üretici Adidas kupadan en çok kazanan firma olarak çıktı.



Bu madalyonun bir yüzü; ötekine gelince iki örnek vermek yeter de artar bile!



Birincisi Işıl Özgentürk'ten bir haber: "Haziran 2006 düzenlenen Dünya Kupası için ezici çoğunluğu erkek olan 3.5 milyon taraftarın Almanya'ya gelmesi beklenirken; Almanya'ya 40 bin civarında seks işçisi kadını getiriliyordu... Bu da normal! Ama kara haber şu: Bu seks işçisi kadınların büyük bir kısmının insan kaçakçıları tarafından fuhuşa zorlanan kadınlar olacağı tahmin ediliyormuş.



Fuhuşun serbest olduğu Almanya'da, bu sektörün yıllık cirosu 1.6 milyar dolarmış ve şimdi bu sektörün patronları, ellerini ovuşturarak taraftarların ülkeye girecekleri anı heyecanla bekliyorlarmış..."[6]



İkincisi de yine bir haber: Dünya Kupası, Adidas'ın yüzünü güldürdü. Ünlü Alman spor giyim firması kupa sayesinde 15 milyon adet "Dünya Kupası 2006" topu sattı... Satmasına "ama"... Evet bunun bir "Ama"sı var; o da şu:



18.'si düzenlenen Dünya Kupası büyük başarılarla bitti. Şampiyon İtalya olmasına karşı, en kazançlı ülke Almanya oldu. Ev sahipliği yapan Almanya'nın 25 milyar dolara varan bir ekonomik kazancının söz konusu olduğu ve Almanya 2006 organizasyon komitesinin muhteşem bir yönetim becerisi göstererek turnuvanın bir "karnaval" havasında geçmesini sağladığı ifade ediliyor. Ekonomik yarar ve başarılı organizasyonun getirdiği büyük gururun yanında, toplumda "bayrak" ve "vatan sevgisi" de, dünya savaşlarından bu yana görülmedik boyutlara erişerek, turnuva sonrasına damgasını vurmuş görünüyor. Bu muhteşem ve bir ay süren "spor karnavalına" aktif olarak katılan değişik ülkelerden gelen seyirci ve ziyaretçi milyonların yanında, üç milyar kişinin televizyonlar aracılığıyla maçları izlediği tahmin ediliyor. Öyle bir organizasyon ki, kazanmayanı ve mutlu olmayanı yok. Turizmcisi, reklamcısı, dünyaca ünlü spor malzemeleri üreticileri ve satıcıları, hediyelik eşya mağazaları, bira ve alkollü içecek şirketleri ve hatta maç biletlerini ellerinde bulunduran karaborsacılara kadar herkes önemli boyutta kazançlı çıkmış.



Ancak dünyanın bu eğlence ve karnavalı deneyimini yaşayan mutlu insanlarının yanında, henüz çocukluklarını yaşamamış, eğlencenin ne olduğunu bilmeyen, hatta futbol maçı bile görmemiş yaşları 5 ile 15 arasında değişen, yaşından büyük sorumlulukları üstlenmiş çocukların farkına bile varılmıyor. Pakistan'ın kuzeyinde bir yerde bulunan ve küçük bir yerleşim yeri olan Sialkot, başta futbol topu olmak üzere spor malzemeleri konusunda bilinen, önemli bir merkez hâline gelmiş durumda. 2006 Dünya Kupası için bedeli 200 milyon doları geçen bir futbol topu ihtiyacının siparişini gerçekleştirdi Sialkot. Sadece bu kent, dünya futbol topu üretiminin yüzde 85'ini yapıyor ve Pakistan'ın ulusal gelirine yılda ortalama 500 milyon dolarlık katkı sağlıyor. Tarihi gelişimine bakılınca, Sialkot futbol topu üretiminin yüzyıllık bir geçmişi ve deneyimi olduğu söylenebilir!



TOPLUMSAL İŞLEVİ



Piyasa "değeri" ve "ekonomi"si yanında futbolun bir "oyun" olmaktan öteye "illüzyon" olarak, devletin ideolojik aygıtları düzleminde irdelenmesi gereken önemli bir toplumsal işlevi söz konusudur...



"Çarşı Grubu" liderlerinden Alen Markaryan'ın, "Futbol endüstriyel arenada boy gösterdikçe ve kapitalist sistemin hegemonyasına girdikçe siyasi platformun iştahını kabartıyor," diye betimlediği olgu hakkında Hakan Keysan da şunların altını çiziyor:



"İktidarların futbola yaklaşma nedeni, futbol büyüsünün altında dönen sıcak para hareketidir. Hem bu sektörde egemen olmak, hem de futbolu siyasal bir varoluş aracı olarak kullanmaktır temel amaç. Bu tüm uluslarda böyle olmuştur. Futbol, zaman zaman temel bir hareket alanı olmuş, zaman zaman da biraz kıyısından siyasete giren tali bir yönlendirme aygıtı olarak yine de her zaman kullanılmıştır."[7]



"Yoksullaştıkça seyircileştirilen kent insanları da futbol aracılığıyla toplumsal yaşama katılma çabası içine giriyor."[8]



"Futbol bir eğlence oyunudur özünde. Bu eğlenceden öncelikle oynayanlar yararlanır. Futbol seyrinin de eğlenceyle yakın bağı olmuştur günümüzde. Kitleler statlardan ve televizyonlardan büyük coşkular yaşar. Birçok insanın ilgisini çeken bu durum, futbolun büyüsü olarak tanımlanır. Elbette futbol büyülüdür, ama durum ve koşullara göre...



Ülkelerin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durum bu eğlencenin biçimini belirlemektedir. Yaşam kültürü açısından geri kalmış bir topluma sahip olan ülkemizde futbolumuz da bundan direkt etkilenmekte, acı ve üzüntü üreten eylemlerin aracı hâline getirilebilmektedir. Futbolun eğlence biçimi olarak uygulanmasından ziyade şiddet biçimi olarak yaşanmasının temelinde bu durum vardır. Bu oyunu kültürel bütünlüğünden koparıp sadece duygularıyla anlamlandırmaya çalışan toplumlar, futbol üzerinden yaşadıklarını, hissettiklerini abartabilmektedir. (...)



Oyundur özünde futbol. Eğlencenin kitlesel boyutta yaşanmasıdır. Savaş koşullarında bile toplumsal bir aspirindir bu oyun."[9]



Toparlarsak: Kapitalist sistemde burjuvazi bir yandan işçi sınıfını her gün sömürebildiği kadar sömürürken, diğer yandan ertesi gün sömürüyü nasıl arttırabileceğini, yani nasıl daha fazla kâr elde edebileceğini hesap etmeyi de ihmal etmez. Kapitalizm özü itibariyle kâra dayalı bir sistemdir ve kapitalistlerin bu düzen içerisinde gerçekleştirdikleri her faaliyetin temel amaç ve nedeni kâr etmektir. Bu sanatta da böyledir, sporda da, bilimde de! Kapitalistler gölgesini satamadıkları ağacı bile keserler! Kapitalizmde bilim daha fazla kâr elde edebilmek; spor şovenizm ve pasifizm yaratmak; sanat ise kitlelerin bilincini burjuva ideolojisiyle bulandırmak için kullanılır.



Bedensel bir faaliyet olan spor, kapitalist toplumda bambaşka amaçlara hizmet etmektedir. Profesyonel spor müsabakaları işçi sınıfını hemen yanı başında gerçekleşen bir felâkete dahi duyarsız hâle getirebiliyor. Bakın, Türkiye Otomobil ve Motor Sporları Federasyonu (TOMSFED) başkanı, motor sporlarının Türkiye'de nasıl da değerlendirilemeyen bir ekonomik pazar olduğunu anlatırken neler diyor: "İlginçtir, Formula 1'i Türkiye'de izleyen seyirci sayısı çok ama bunun farkında değiliz. Bir örnek vereyim: NTV'nin yaptığı bir araştırma, Avustralya Grand Prix'sini sabahın altısında izleyen insan sayısının, İkinci Düzce Depremi ile ilgili haberleri izleyenlerden daha fazla olduğunu gösteriyor."



Evleri başlarına yıkılırken, tepesine bombalar yağarken tüm olup bitenlere karşı tepkisiz bir halk. İşte burjuvazinin istediği tam da budur! Bunu sağlamanın en iyi yollarından biri de kitleleri profesyonel spor müsabakalarının izleyiciliğine aşırı derecede bağımlı hâle getirmektir. Böylelikle tüm dünyada profesyonel futbola olan ilgi tam bir çılgınlık boyutuna ulaşmış bulunuyor.



Çünkü kapitalist sistem kitleler üzerindeki tahakkümünü yalnızca zora dayanarak ilânihaye sürdüremez. Bu yüzden burjuvazi her zaman baskı araçlarından medet ummaz; bazen de kitlelerin ağzına bir parmak bal çalarak ve onların tepkilerini başka kanallara yönelterek, sistemin temellerini sarsacak devrimci bir tehlikeyi engellemeye çalışır. Nitekim 36 yıl boyunca Portekiz halkını nasıl yönettiği sorusuna faşist diktatör Salazar, "3 F ile: Futbol, Fado, Fiesta" cevabını veriyordu, yani futbol, müzik ve eğlence. Hatta Lizbon Stadyumunun inşasının, Salazar'ın, "bana on binlerce insanı uyutabileceğim bir beşik yapın" sözüyle başlatıldığı söylenir.



İspanya'nın ünlü futbol kulübü Real Madrid'in yüz bin kişilik stadı da faşizmin ürünüydü! Türkiye'de de faşizm futbolu aynı gerekçeyle kullandı. 60'lı yıllardan beri kabaran dalganın etkisiyle politikleşen kitleleri pasifize etmek için futbol zaten iyi bir araçtı. Ama toplumsal kurtuluş yerine futbolcu olup paçayı kurtarma düşüncesinin yaygınlık kazanması esas olarak ‘80 sonrası döneme denk düştü.[10]

VE TÜRK(İYE) FUTBOLU!



"Türk(iye) Futbolu" mu dediniz? Merve Erol'u dileyin o hâlde!



"Futbolun şiddetle ne kadar iç içe olduğu malûm. Bir sene içinde ceza almayan kulüp, koltukları sökülmeyen stad yok gibi. Her türlü müsabakada tartışma ve kavga artık vakayı adiyeden ama, mesela daha geçenlerde bir halı saha maçında iki kişi birbirini bıçakladı.



Ankarasporlu Ediz'in Türkiye Kupası'nda Manisaspor'la yaptıkları maçta attığı golden sonra yaptığı bozkurt işareti de, havanın nereden estiğini bir kez daha gösteriyor bize. Sedat Peker'in nüfuzunu işlettiği takımları, oyuncuları zaten iyi kötü biliyoruz...



Ve dönüp günlerdir konuşulan Trabzon'a bakıyoruz. Fatih Tekke'nin belinde silahıyla İstanbul'a maça gelmesini hemen herkesin nasıl normal karşıladığını, bu hareketin onun gibi bir ‘uşağın' doğasında bulunduğunun söylendiğini hatırlıyoruz (Hem İstanbul'un kapkaççı dolu olduğunu söyleyen Tekke ne yapsın?). Yıllarca Trabzonspor başkanlığını yürüten Mehmet Ali Yılmaz da unutulur gibi değil:



Oyuncusu Campbell'a ‘Elin Arabı', ‘Yamyam' diyen, sonra da pişkin pişkin "Ne var yani, Arap değil mi?" diye kendini savunan Yılmaz'ın sözleri böylece yanına kâr kaldı, ceza dahi almadı.



Sonuçta, bugünlerde hep dendiği gibi, iş Trabzon'la sınırlı değil. Lucescu'yu da yıllar boyu futbol basınının saldırısına maruz bıraktık, ‘Çingeneliğini' vurgulayarak, üstü başı dökülüyor diyerek. Aynı zamanlarda onunla kıyaslanıp yere göğe konamayan Fatih Terim televizyonlara çıkıyor, ‘şu markalardan giyiniyorum' diye ‘imaj çalışması' yapıyordu."[11]



Eski bir futbolcu olan Kemalettin Şentürk'ün ifade ettiği noktanın görülmesi gerek: "Anadolu'daki birçok futbol kulübü düne kadar MHP'liler veya sempatizanlarınca yönetiliyordu.



Buna başkanlar, teknik direktörler, futbolcular... dahildir. AKP iktidarı sonrası birçok Anadolu kulübü yüzünü AKP'ye dönmek durumunda kaldı. Dolayısıyla da çok ciddi bir iktidar kavgası var..."



Evet, evet nasıl sunmaya ya da ambalajlamaya kalkışırsanız kalkışın; futbolun toplumsal işlevi nihai kertede "milliyetçi + ırkçı bir şiddet + saldırganlık = futbol" denklemindeki üzeredir!



Görülmesi, gösterilmesi gerek: "Kültür sanayisinin futbol sektörü amansız bir rekabet, forma renklerinin hiyerarşisi ve ulus temsili ile her zamankinden daha fazla ulus devlete olan sadakati ve duygusal aidiyeti üretmekte. Atılan her gol yeni bir fetihtir; kazanılan her maç ulusun ispatı"dır![12]



Örneğin, "Hasan Cemal köşesinde, ‘futbol milliyetçisi' olduğunu ‘itiraf' ediyor, bu gerçeği de ‘Çünkü futbolu severim' cümlesiyle gerekçelendiriyordu. Yadırganacak bir şey yok, Cemal'in sözlerinde. İtiraf dememin nedeni, coşkulu milli takım takibi serüveninin sonunda bir samimiyet buhranı üslubuyla bu cümleye gelmiş olması. (...)



Hasan Cemal'in, ‘Ben futbol milliyetçisi miyim? Galiba öyle. Çünkü futbolu seviyorum' mantık silsilesinde kendini açık eden, samimi bir sevginin milliyetçilik için meşru ve yeterli bir neden olduğu anlayışı. Abartılı gelebilir, ama bu mantığın bizi sürükleyeceği bir dönemeç de Cemal'in kendini karşısında konumlandırdığı azgın milliyetçiliğin ‘sevgi dayatması', ‘Ya sev ya terk et'çiliği maalesef.



Yazısını ‘Haydi bastır Türkiye!' cümlesiyle bitiren Hasan Cemal, başka konularda gösterdiği titizliği gerektirecek bir alanda olmadığını düşünüyor besbelli. Futboldur, haktır.



Yunanistan-Türkiye arasında Türkiye milli takımının farklı galibiyetiyle sona eren maça okurunu ısıtmaya çalışan çok satan dört spor gazetesinin manşetleri savaş çığlıkları atıyordu. Fanatik ve Fotomaç, manşetlerinde Atatürk'ün imzasını kullanarak haykırıyordu: ‘Muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki kanda mevcuttur.' 12. Adam, ‘Ey Türk gençliği, birinci vazifen...' düşürmüştü logosunun üstüne. Fotospor'unsa asaletle filan kaybedecek vakti yoktu: ‘Atina'yı deleriz! Yorgo'yu öperiz!'



Kanın, asil ya da değil, damarda durduğu gibi durmadığını biliyoruz. Bu kan çığırtkanlığının ergen oğlan çocuğu şımarıklığıyla ticari kazanca tahvil edilmesinde son derece büyük bir tehlike görmüyor musunuz?



12. Adam'dan Hilmi Şahin, Birgün'ün sorusuna şöyle cevap vermiş: ‘Tek kelime ile ticari. Çok taraftarı değilim ama Türkiye'de maalesef durum bu. Bu arz talep meselesi. Türkiye'de konjonktür günlük değişiyor.' Şahin'in sözlerinde, hepimizin aşina olduğu bir savunma tiki görünüyor. Ben karşıyım ama maalesef Türkiye böyle. Bir de, alan memnun satan memnun...."[13]



Ve nihayet aynı zamanda da mafyatik bir "yolsuzluk, şike, skandal" aygıtı olarak futbol bu!



Bundan başka "ne" ise, futbola "güzellemeler" düzen(ler) her kim ise(ler), ne olur "Avrupa Şampiyonası 2008" çılgınlığının hemen eşiğinde yazsın(lar) da öğrenelim...



"Terim'e rağmen, Türkiye'yi tutuyorum," diyen Orhan Pamuk'a soralım örneğin...



Evet, evet Der Spiegel'de yayınlanan söyleşide şunları ifade eden Pamuk'a soralım:



"Euro 2008 maçlarını tabii izleyeceğim. Ancak Türk takımı kaybettiği zaman dayanamıyorum. Hevesim kırılıyor...



Takım tutkusu din gibidir. Nedeni niçini yoktur...



Portekiz diktatörü Salazar, ülkesini futbol yardımıyla da yönetmişti. Futbol ona göre halkın afyonuydu. Bizde de böyle olsa sevinirdim. Ama burada futbol afyon değil, milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve otoriter düşünce üreten bir makine gibi. Ayrıca galibiyetlerin değil, yenilgilerin milliyetçiliği körüklediğini düşünüyorum...



Milli Takım Teknik Direktörü Fatih Terim bir ultra-milliyetçi olsa da, Avrupa Şampiyonası'nda tabii ki Türkiye'yi tutuyorum, tıpkı sizin Alman milli takımını tuttuğunuz gibi..."



2 Haziran 2008 12:39:01, Ankara.



N O T L A R

[1] Antonio Salazar, Portekiz diktatörü.

[2] Cevdet Doğan, "Popüler Kültür ve Spor/Futbol", Sosyoloji Notları, No:4-5, Nisan 2008, s.139.

[3] Rahşan İnal, "Başka Futbol Mümkün (mü?)", Radikal İki, 2 Temmuz 2006, s.7.

[4] Mustafa Kutlay, "Şampiyonlar Ligi'nin Değeri 3.7 Milyar Euro", Hürriyet, 20 Şubat 2008, s.12.

[5] Mehmet Arslan, "Fener de Onlar Kadar Dev", Hürriyet, 21 Aralık 2007, s.28.

[6] Işıl Özgentürk, "Seks ve Futbol", Cumhuriyet, 30 Mayıs 2006, s.20-8.

[7] Hakan Keysan, "Futbol ve İktidar", Evrensel, 14 Mart 2007, s.14.

[8] Hakan Keysan, "Taraftar Şiddetinin Psiko-Sosyolojisi", Evrensel, 14 Mart 2007, s.14.

[9] Hakan Keysan, "Koşullar Savaşı Çağırıyor, Futbolu Değil", Evrensel, 19 Aralık 2007, s.14.

[10] Suphi Koray, "Profesyonel Spor: Kitlelerin Afyonu, Kapitalistlerin Bacasız Fabrikası", Marksist Tutum, No:16, Temmuz 2006.

[11] Merve Erol, "Yeşil Sahaların Suikast Vadisi", Radikal Cumartesi, 27 Ocak 2007, s.5.

[12] Fırat Aydınkaya, "Dünya Kupası ve Irkçılık", Ülkede Özgür Gündem, 21 Temmuz 2006, s.5.

[13] Yıldırım Türker, "Rap Rap Geliyorlar!", Radikal İki, 1 Nisan 2007, s.3.

5 Haziran 2008 Perşembe

Dörtlerin Gecesi (Ateşin ve Güneşin Çocukları)

Dörtlerin Gecesi

(Ateşin ve Güneşin Çocukları)

(...)
Özlenen ateş yakılmıştı sonunda
Elden ele bütün dünyaya taşınmıştı
Kıvılcım dansıydı gözlerdeki sevinç
Kavga dağlarda bilinci kuşanmış
Zindanlarda dirence sarılmıştı
Ve haykıran dudaklar
Her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı

...oOo...

Bir ağıttır belki Ağrı'da Zilan deresi
Dersim'de Lac deresi bir kanlı şiir
Oysa bir destandı Diyarbakır kalesi
Ve Diyarbakır zindanında
Ateşle sevişen 'dörtlerin gecesi'

Ne ki zindan - ne ki tutsak olmak
Ne ki kavga - ne ki dağlarda vurulmak
Bir sehpada idam olmak ne ki
İhanet utancıyla yaşamak var ya hani
Onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak
Üniformalı bir Dehak önünde durmak
Ve beyninin içindekileri bir bir kusmak
Sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak
İşte buydu Diyarbakır zindanında yaşamak

Sesler ihanete dönüşürdü her gece
Bir tas çorba - bir dilim ekmek uğruna
İhanetler acılara dönüşürdü kalleşçe
Acılar hep türkülere vururdu kendini

Etten ve kemikten insan olur mu
Beyinsiz insan ayakta durur mu
Aynı kavgaya gönlünü verenler
Dostunu ihanet ile vurur mu

O zindan ki zincir sesidir şarkısı
Her sözünde bir çığlık yükselir
Her notasında bin öfke
Her dizesinde bin isyan beslenir
İsyan şiirlere
Şiirler yüreklere seslenir
O zindan ki her yemek vakti
Tutsak ağızları kanla süslenir

Onur kaleleri yıkılırken birer birer
Yüreklerde dal budak salar ihanetler
Ve düşman kasetinde ü'ç önder
Beyinlerini kusarak düşmana sergiler
Aynı anda sıradan bir nefer
Hiç aldırmadan önderlerinin sesine
Tutsaklık içinde özgürlüğü söyler

Sus dostum sus - sözün yarıda kalsın
Özgürlük dilinde kilitli kalsın
Başlar eğilse de açılsın gözler
Konuşan önderler geride kalsın

Ne zaman umutsuzluk çökse direncin kıyısına
Bir acı saplanır yüreğin tam ortasına
Koğuşlar susar
Parmaklıklar durur
Ranzalarda küllenen umutlar ağlar
Geriye doğru atılan her adım
Yakılan ateş üstüne yağmur diye yağar

Anlatılmaz bir destandır yaşanan
Ne söze gelir ne saza
Kırbaçlar sopalara ve zincirlere karışır
Ölüler ayaklara dolanır geceleri
Kanlı battaniyelere sarılır
Her direnişte tabutlarla çıkılır dışarı
Gözyaşları zılgıt seslerine katılır
Elleri hep koynunda kalır kızların
Anaların gözleri dikenli tellere takılır
Bir acılı sessizlik sarar yürekleri
Dicle'nin suları susuzluğa çakılır
Kale burçlarındaki akbabalara
Ve üniformalar giyinmiş yeni Dehak'lara
Yalnızca zindanın mazgallarından bakılır

Bir adam çoğalır bir başına hücresinde
Yüreği Kawa'dadır gözleri Babek'te
Ateşler yanarken dağ doruklarında
İhanet zindan karanlığında kol gezmekte
Kawa'lara Babek'lere bir yandaş gerek
Bu zindan karanlığına bir ateş gerek
Çevrilen ihanet çarkını kırmak için
Ölümü göğüsleyecek bir yoldaş gerek

Bir anda yırtılır zindan karanlıkları
Sessiz bir gürültüyle sarsılır duvarlar
Patlar bir beyinde Newroz ışıkları

Ey ateşin ve güneşin çocukları
Hani bilincin sesi yüreklerimizde
Gözlerimizde inancın sancakları nerede
Bu gidişe dur demek gerekir bilirim
Hücrede her saniyeyi bir yıl eylerim
Bir ateş yaktık sönmesin diye hiçbir yerde
O ateş sönerse yaşamayı neylerim
Bu yüzden ü'ç kibrit ile Newroz günü
Yüreğimi sizlere armağan eylerim

Ü'ç kibriti bayrak diye devralan
Ki dağları delip dostlarına yol kılan
Haykırdı ölüm haberini önde gidenin
Özgürlüğü zindan karanlığında güneşleyenin

Ey bu kavgaya gönül verenler
Ser yerine sır verenler
Serden geçip de sır vermeyenler
Bu zindan karanlığı yırtılsın diye
Bu ihanet duvarları yıkılsın diye
Newroz gecesi bir önder
Ateşi bedeniyle zindanlara taşımıştır
Ölürken bile hücresinde
Bizlere kıştan baharı muştulamıştır
Ateşi saraylara - kömürlerde değil
Bir ışık uğruna yüreğinde yakmıştır

Silinmiyordu gözlerden süzülen yaşlar
Aksın diyordu herkes - aksın
Ağlamayı unutmuş gözler ağlasın
Gözyaşları alev alev harlansın
Dudaklarda tutuşup dillerde şahlansın

Ölen artık yüreklerde bir bayraktır
İhanet yolunda durulan bir duraktır
Karanlıkta bir çingi ateş
Körlere yol gösteren bir ışıktır
Atılan zılgıtlar bir başkadır o gün
Bir bayram günü ölümü sevmek
Ölümsüzlüğe duyulan bir aşkadır o gün

Dolaştı ü'ç kibrit elden ele sessizce
Hücreden hücreye
Koğuştan koğuşa gizlice
Konuşuldu uğrun uğrun
Tartışıldı geceler boyu ince ince
Zindandan dağlara vurdu şavkını
Dağlardan en kalabalık kentlere
Dallarda çiçeklere verdi rengini
Nehirlerde en coşkulu köpüklere
Dolaştı yurdunu boydan boya
Sazda kırılmayan tel
Dilde susmayan söz oldu türkülere

Zindanda yürekler yine baskıda
Eller bağlı - gövdeler askıda
Ü'ç kibritin ateşi sönsün istenir
İnançlar ihanete dönsün istenir
Düşünceler zincire
Sevgiler prangaya vurulsun istenir
Yüreklerde çağlayan özgürlük suyu
Bulana bulana durulsun istenir
Üniformalı bir Dehak'ın şahsında
Zalimin zulmü kurulsun istenir

Baskılar yetmezse itirafta bulunmalara
Yapılan itiraflar dinletilir tutsaklara
İşte biri - biri daha - biri daha
Susardı bütün koğuşlar
Dönerdi bir anda sessiz mezarlara
Ve çığlık çığlığa o sessizlik
Binlerce öfkeyi
Binlerce isyanı doldururdu bakışlara

Ü'ç kibriti dörtlemek derdi bir ses
Dört kibriti beslemek
Ve ölümü isyan ateşleriyle düşlemek

Bir koğuş vardı koğuşlar içinde
Ü'ç kibriti dörtleyenler yatardı içinde
Dört yıldız gibiydiler yıldızlar içinde

Teslimiyete gönül verilirken önlerinde
Ateşi çoğaltarak yakmak gerek dediler
Ölüme yaşamak diye bakmak gerek dediler
Sönüyorsa yakılan ateşler birer birer
Ateşi bedenlerde çoğaltmak gerek dediler
Oturdular her gece diz dize
Önce ölümü sevmeyi öğrendiler
Ve ölümde ölümsüzlüğün rengini gördüler
Karardan Önce yurtlarında kalanlarını
Çiçeklerinde açanlarını sordular
Düş değildi yaşayıp gördükleri
Sözlerini gelecek adına bir düş diye
Dördü bir ağızdan hayra yordular
Binlerce tutsak içinde
Ve en kanlı kudurmuşluğunda vahşetin
Ölüm cehenneminde bir cennet kurdular

Havasızlık içinde veremler yaratılırken
Gardiyan hakimler ve savcı çavuşlarla
Her gece mahkemeler kurulurken
İnsanlar soyundurulup makatlar aranırken
Hangi kuş konardı zindan penceresine
Ve makatlara sigara takılıp yakılırken
İnsanlar dört ayak ile yürütülürken
Hangi bayrak çekilirdi onur kalesine

Ü'ç kibriti yüreklerinde dörtleyenler
Açlığın ve yoksulluğun kötülüğünü gördüler
Ama hiçbir şeyin
Boyun eğmekten daha kötü olmadığını
Ve boyun eğenlerin
Yarınlara kalmadığını bildiler
Her kötülüğün daha kötüsünü tartışıp
Gözlerinde bütün korkuları sildiler
Binlerce baskıdan ve küfürden sonra
Newroz ateşi yakıp şiirler söylediler
O günün adını milat koyup
Ü'ç kibrit öncesi
Ve ü'ç kibrit sonrası dediler

Ötsün diye kendi yuvasında kuş
Açsın diye kendi dalında çiçek
Gördüler ki yepyeni kibritler gerek
Ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek
Yanarken türkü söyleyen canlar gerek
Ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek

Patladı zindanlarda yepyeni bir isyan seli
Ölümdür sınayan insan yiğitliğini
Ölümü bedenimizde boğmak gerek
Ölümsüzlüğe varıp ölümlerde
Dağlarda kır çiçeklerince çoğalmak gerek
Ölümü gamzelerde çiçeklemek ve gülmek
Gülmek ki yaşama bilenmek demek
İlle de insan sıcağı kokarken koğuşlar
Gülmek ki
Kurumuş derelerde sellenmek demek
Çol kuraklığında güllenmek demek
Var git dostum var git
Kendin al bu gece nöbeti
Bu gece ölmek
Sonsuz bir ölümsüzlüğe yürümek demek

Aylardan mayıs ki dallarda çiçektir
Toprakta bereket ve doğada renktir
İnançta güzellik ve zamanda gelecektir

Dört yoldaş o gün baharın koynuna girdiler
Ölümün alçaldığını gözleriyle gördüler
Gömleklerini - kalemlerini ve saatlerini
Anılsınlar diye sevdiklerine verdiler
Ve dört ağızdan ü'ç kibritin ışıklı sesini
Gök gürültüsünü çıldırtarak gürlediler

Bu ihanet girdabında boğulmadan
Şahsımızda davamız son bulmadan
Ve geriye dönüşler virus gibi çoğalmadan
Canımızla bu ihanet çarkına dur demeliyiz
Onur bayraklarını göğsümüze dikmeliyiz
Kawa'nın örsüne koyup davamızı
Yüreklerimizi körüklenen ateşlere sürmeliyiz
Bu zindanda yolumuz aydınlıktır artık
Ü'ç kibriti dörtle çarpıp bu gece
Bütün şehitlere konuk gitmeliyiz

Saat dörtte dört canın etrafı dört duvar
Duvarların ötesi mayıs gülleri ve bahar
Analar ve bacılar ağlayacakmış ne çıkar
Bu gece 'dörtlerin gecesi'
Dört göğüste yar diye yalnızca ateş yanar
Biri nöbet tutar - biri bildiri yazar
Diğerleri dört kişilik bir ateş kurar

Zindan sessiz - zindan canlı bir mezar
Gökyüzünde bir anda dört yıldız kayar
Bütün dostlar uykuda
Dörtlerin gözlerinde yalnız ateş var
Dimdik başlarla
Emin ve kararlı bakışlarla
İhaneti durdurmak için ateşe yürüyorlar
Dördü de yaşamaya sevdalı
Özgürlüğe nişanlıydılar
Tutsaklık kesmişti mutluluk yollarını
Bu zindanda ölüme nikahlıydılar
Bu ölüm ki özgürlüğün ilk adımı
Tutsaklığın ve ihanetin kırılma anı

Takvimde on yedi mayıs kalkar
On sekiz mayıs dörtlere bakar
Dışarda güne hazırlanırken tomurcuklar
Dört candan başka uykudadır bütün tutsaklar
Dağ - taş ve zindan uykudadır
Yalnızca dört özgürlük yolcusu
O gece ölüme hesap sormaktadır

Yıllar boyu işkenceler içinde
İhanetler ve direnmeler içinde
Beklediler - beklediler de gelmedi ölüm
Tuttular yakasından koydular önlerine
Konuş be ölüm - konuş dediler
Biz büyürüz sen böyle küçüldükçe
Seninle kavgamız insanlık tarihiyledir
Prometheus'tan Spartakus'e
Bruna'dan Che Guewera'ya
Vr Kawa'dan bizlere dek ateş iledir
Gel de bağdaş kur soframıza ey ölüm
Senin alçaldığını görmek
Özgürlük adına sunulan canlar iledir

Zindan sessiz - zindan canlı bir mezar
Dört can el ele bir demire sarıldılar
Tinerler - neftler ve boyalar
Zindanda dört can
Kazan altında betona çakılmış birer çiviydiler
Demirin beline sarılmış dört perçindiler
Ve bir potada erimeye hazır cevherdiler

Haykırdı ü'ç kibrit yolunda önde giden
Ateşi zindanlardan kentlere götüren
Tamam mıyız
Ü'ç yerine dört kibrit çıkarıp cebinden
Yaktı yüreğindeki korlanan ateşten
Tutuşan ateş
Patlayan tinerlerin ve neftlerin sesi
Dokunmasın hiç kimse
Bu gece dörtlerin özgürlük gecesi
Dört bin yılda yazılmış bir destanın
Güneş diliyle söylenmiş ilk hecesi
Böyle tutuşur - böyle yanar ancak
Uzay çağında bir zindan gecesi

...oOo...

Bir havar yükseldi zindandan kırlara
Dört ateşten dört kıvılcım düştü dağlara
Dağlar tutuşup indi bağlara
Dört ayrı ses yükseldi her ateşten
Söndürmeyin ateşi
Üfleyin korlara - üfleyin korlara

(...)
Yak artık canlarla yakılan ateşleri
Yak ki açılsın dünyanın körelmiş gözleri
Yak ki yırtılsın geceler ışığınla
Yak ki tarihi yeniden başlatsın
Kawa'nın -ü'ç kibritin ve dörtlerin sözleri
Yak ki yayılsın dünyaya
Ateşin ve güneşin ölümsüz sesi


Adnan Yücel


Atesin ve Gunesin Cocuklari
..........
..........



Adnan Yücel