21 Temmuz 2008 Pazartesi

JİTEMCİLER KONUŞUYOR 1


JİTEMCİLER KONUŞUYOR 1


Türkiye'nin 'ölüm mangaları' Kandil'de PKK'ye yakalandı

Kürtlere karşı inkar ve imha konseptini ısrarla sürdüren Türkiye'nin, 30 yıl boyunca Kürtlere karşı devreye koyduğu şiddet ve imha yöntemlerine yenilerini eklediği ortaya çıktı. Kürtlerin, Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda dile getirdiği barışçıl taleplere karşı sürekli şiddetle karşılık veren Türkiye, ilan ettiği 'topyekžn savaş' konsepti kapsamında akıl almaz yöntemlere başvurmaya devam ediyor. AKP hükümeti ve ordu anlaşmalı bir şekilde sürdürdükleri kopsent kapsamında, bir yandan sivil halka ve demokratik Kürt kurumlarına yönelik her türlü baskı yöntemi geliştirirken, öte yandan Bölge'yi boydan boya kaplayan askeri operasyonları sürdürüyor. Bunlarla birlikte sürekli sınırötesi operasyon konusunda tehditler savuran hükümet ve ordu yetkilileri, yıllardan beri devreye konulan baskı ve şiddet yöntemlerinden sonuç alamaya çalışıyor. Binlerce köy yakıldı, boşaltıldı; milyonlarca insan yerinden yurdundan sürüldü; ordu içinde kontr-gerilla örgütlendirildi, savunmasız sivil halkın üzerine saldırtıldı, binlerce kişi kaltedildi; askeri operasyonlar sürekli hale getirildi; çatışmalarda sağ yakalanan gerillalara infaz edildi, bedenleri panzerlerin arkasında sürüklendi, paramparça edildi; uluslararası toplum tarafından kullanımı insanlık suçu olarak kabul edilen misket ve napalm gibi bombalar kullanıldıÖ Bütün bu yöntemlerden sonuç alamayan Türkiye, Kürt sorununun demokratik çözümüne yanaşmak yerine, yeni yöntemler devreye koydu. Türkiye, PKK'yi etkisizleştirmek amacıyla yönetici kademesinin tasfiyesine yönelik 'suikast ve sızmak' yöntemlerini geliştirdği açığa çıktı. Türkiye'nin bu amaçla PKK gerillalarının içine ajanlarını gönderdiği belirlendi. Ancak JİTEM tarafından eğitilerek gönderildiği belirlenen Türk ajanları, Kandil Dağları'nda PKK tarafından yakalandı ve böylece Türkiye'nin planı boşa çıkarıldı. Aynı zamanda Türkiye'nin Kürtlere yönelik imha planının korkunç boyutları da açığa çıkarılmış oldu. PKK tarafından yakalanan ajanlar şok edici itiraflarda bulundular. İtiraflarda Türkiye'nin ajanlaştırma faaliyetlerine yakın zamanda başladığını gösteriyor. Bölge'nin hemen her yerinde çok yoğun bir ajanlaştırma faaliyetinin olduğu, genç kızların ve erkeklerin JİTEM tarafından örgütlenen tuzağa düşürülerek ajanlaştırıldığı, daha sonra da çeşitli gizli görevler için PKK denetiminde bulunan Medya Savunma Alanları'na gönderildiği belirlendi. JİTEM özellikle küçük yaştaki Kürt kızlarına yöneliyor. JİTEM'in tuzağına düşerek ajanlaştırılan kişiler, tuzağın nasıl kurulduğunu, JİTEM tarafınadn nasıl eğitildiklerini, ne tür işkencelere maruz kaldıklarını, JİTEM faaliyetlerinin iç yüzünü ve hangi amaçlarla nasıl Medya Savunma Alanları'na gönderildiklerini anlattılar.

301 numaralı dosya !

JİTEM tarafından Medya Savunma Alanları'na sızdırılan ve daha sonra HPG güçlerince yakalanan ajan Mehmet Sait Yıldırım soruşturması süresince bulunduğu itiraflarını detaylarıyla anlattı. Daha öncesinden Koma Komlên Kürdistan'a bağlı Meşru Savunma Komitesi'nin çeşitli açıklamalarıyla kamuoyuna duyurulan Medya Savunma Alanları'na süikast, sabotaj, istihbarat amaçlı sızdırılan ajanların olduğu bilgisi, yakalanan JİTEM ajanı M. Sait Yıldırım'ın itiraflarıyla kanıtlandı. HPG güçlerince yakalanarak deşifre edilen JİTEM ajanı M. Sait Yıldırım nasıl ajanlaştırıldığını, ne gibi işkencelere maruz kaldığını, nasıl eğitimler aldığını, operasyonlara nasıl çıkarıldığını ve son olarak Medya Savunma Alanları'na hangi görev ve amaçlarla geldiğini itiraf etti.

Arabuluculuktan JİTEM ajanlığına

Diyarbakır'ın Hani ilçesine bağlı Uzunlar köyünde oturan ve kendisine ait aracıyla öğrenci servisi yapan M. Sait Yıldırım, 2006 yılının Temmuz'unda yaşadığı bir olayın ardından kendini JİTEM ajanlığına götüren sürecin içerisinde bulur. Bu tarihlerde bir şantiyeye baskın düzenleyen HPG gerillalarının beraberlerinde götürdükleri Mehmet Kaçmaz adlı kişinin geri alınmasında aracılık yapan M. Sait Yıldırım bu süreçte JİTEM elemanlarınca görüntülenir ve ardından kaçırılır. Bu süreci JİTEM ajanı M. Sait Yıldırım şöyle anlatıyor: '2006 yılının Temmuz ayıydı. Gerillalar Hani'ye bağlı Koke bölgesinde bulunan Sait ve Hayri Yıldırım'a ait bir mıcır şantiyesine baskın düzenlediler. Amaçları daha öncesinden haklarında halk tarafından şikayet bulunan şantiye sahiplerine ulaşmaktı. Bu şantiye sahipleri M. Can Tekin'in belediye başkanlığı döneminde Kayapınar Belediyesi'nde çalışıyorlar. Gidip gerillalar adına çeşitli makbuzlarla para toplamışlar halktan. Gerillalar bunun için burayı basıyorlar. Bu baskın sırasında biri kaçmaya çalışıyor. İşte bu Mehmet Kaçmaz denilen kişi korkudan kaçıyor. Gerillalar yakalıyorlar bunu. Kimdir neyin nesidir diye soruşturuyorlar ki bir de bakıyorlar meğerse bu işyeri sahibi Sait Yıldırım'ın yeğeniymiş. Baskından sonra bu adamı da gerillalar yanlarında götürüyorlar. Bu adam üzerinden işyeri sahibine ulaşmak istiyorlar.'

Daha öncesinden köylerine sıklıkla gelen gerillaları tanıdığını belirten M. Sait Yıldırım, gerillaların da kendisine güvendiğini söylüyor. Bu sebepten dolayı gerillaların yanlarında götürdüğü Mehmet Kaçmaz'ın geri teslim edilmesi ve gerillaların görüşmek istediği Sait Yıldırım'a ulaşılması için M. Sait Yıldırım aracı olarak seçilir. Bu istek şantiye sahibi Sait Yıldırım'ın babası Mustafa Yıldırım'a gerillalarca iletilir. Bir süre sonra tekrardan Sait Yıldırım'ın babası Mustafa Yıldırım'ı arayan gerillalar, M.Sait Yıldırım'ı yanına alarak kendilerinin belirttiği bir noktada buluşmasını isterler. Bu buluşma noktasında gerillalar, Mehmet Kaçmaz'ı aracı olan M.Sait Yıldırım'ın hatırına geri vereceklerini ama Sait Yıldırım'ın kendileri adına toplanan paraları getirmesi gerektiğini belirtir.

'Biz JİTEM'iz arabaya bin'

Ertesi gün tekrar olağan işine dönen M. Sait Yıldırım sabah 8.00 sıralarında servisini yapıp her gün ki gibi dinlendikleri Hasan Baycan Petrol'de arabasını park eder. M. Sait Yıldırım, JİTEM'le ilk karşılaşmasını şöyle aktarıyor: 'Ben tam çay ocağına yetişmiştim ki '34 EJHK 34' plakalı bir araçtan iki kişi indi. Gelip yolumu kestiler. 'Biz JİTEM'iz arabaya bin. Arabanı birine teslim et. Biraz yanımızda kalacaksın' dediler. Kendi arabamı teslim ettim sonra onların arabasına bindim. Bir kişi de arabadaydı. Arabayı kullanan JİTEM'cinin adı 'Sakallı'ydı. Kendi aralarında da öyle hitap ediyorlardı. Diğerinin ismi de 'Doktor Ahmet'ti. Bir diğerine de -herhalde sorumlularıydı, çünkü hiç konuşmuyordu- 'Müdürüm' diye hitap ediyorlardı. Beni alıp Lice'ye yetişmeden eski Lice dediğimiz bir yerde bulunan askeri bir tabura götürdüler.'

'Noktaları iyi belle yanlış yapmayalım'

Askeri taburda bulunan bir binanın bodrum katına götürülen M.Sait Yıldırım, şöyle devam etti: 'Burada Hacı Mustafa tarafından gizli kamerayla çekildiğini anladığım görüntüleri izlettiler. Gerillalarla yaptığımız buluşmalarda ne konuşmuş ne yapmışsak her şey vardı. Ayrıca baskın sırasında şantiyenin güvenlik kamerasından çekilen görüntüleri de izlettirdiler. 'Bu sen misin?' dediler. Evet dedim. Zaten her şey ortadaydı. Daha sonra 'Tapantepe komutanını bekliyoruz o da gelecek bize haritalar üzerinde gerilaların yerlerini göstereceksin' dediler. Komutanı beklerken bana bilgisayardan bazı haritalar ve yerler gösterdiler, isimlerini sordular. Bir saat sonra içeriye askeri kıyafetli bir komutan girdi. JİTEM elemanlarına sordu, 'Adam bu mu?', onlar da 'Evet budur' dediler. Bu komutan yanında getirdiği içinde bazıları kabartmalı olan haritalar gösterdi. Bana, 'Noktaları iyi belle yanlış yapmayalım' dedi.'

'O kahraman sen misin?'

Daha sonra JİTEM elemanları Sakallı ve Doktor Ahmet eşliğinde JİTEM üssü olarak kullanılan Diyarbakır Seyrantepe Semti Sanayi Sitesi karşısındaki askeri bölge ile Ofis Semti'nde bulunan 7. Kolordu Komutanlığı karşısındaki yeni MİT binası arasında mekik dokuyan Yıldırım, Seyrantepe JİTEM üssünde yaşadıklarını şöyle anlatır: 'Benim gözlerimi bağlayıp ellerimi kelepçeledikten sonra bir odaya koydular. Aradan çok geçmedi yüzleri maskeli ve elleri eldivenli beş kişi içeri girdi. Gözlerimi açtılar. Biri konuşuyordu. Bana dedi ki, 'O kahraman sen misin? Nasıl şimdiye kadar seni bulamadık, sağ bıraktık. Sen kimsin de bu teröristler senin kıymetini bu kadar biliyor seni arabulucu yapıyorlar.' Sonra işkenceye aldılar. Bir tanesi silahını çıkarıp kulağıma soktu. 'Seni öldürürüz' diye tehdit etti. Kafama silahın dipçiğiyle üst üste sert bir biçimde vurdu. Ben artık kendimi hissetmiyordum. Bayıldım. Uyandığımda her tarafım kan içindeydi.'

Önce görüntü sonra teklif

Yıldırım, aynı günün akşamı götürüldüğü MİT binasında kendisine, gerillalara yapılan insanlık dışı uygulamaları izletildiğini söylüyor.

Yıldırım, işkence ve tecavüz görüntülerine ilişkin şunları kaydediyor: 'Yakalanan yaralı gerilla bayanlara ya da ölü bayan gerillalara tecavüz ediyorlardı. Canlı canlı bazı gerillaları, bazı insanları arabanın arkasına bağlayıp sürüklüyorlardı. Bazı insanları evlerinin içine zorla koyup evlerinin içinde yakıyorlardı. Bir görüntüde birinin üzerine bir arabayı çıkarmışlar, adam tam arabanın altında kalmış halde ağzına tekme atıyorlar ve ona küfürler ediyorlardı. Bir görüntüde de ölü gerillaları üst üste atıp üzerlerine mazot döküp yakıyorlardı. Kulaklarını, burunlarını, dillerini kesiyorlardı:' Bu görütülerden sonra M. Sait Yıldırım'a tehditlerle JİTEM'le çalışma teklifi sunulur. Tehditlere dayanamayıp JİTEM'le çalışmayı kabul ettiğini vurgulayan M. Sait Yıldırım, artık onların bir elemanıydır.

Yıldırım'ın ilk operasyonu başlıyor

Daha sonra Yıldırım, ilk görevine çıkarılıyor. Yani operasyonlara. Yıldırım'ın operasyondaki görevi, saldırıların düzenleneceği yerlerin tespitini yapmak, alan hakkında askeri yetkililerin sorularını yanıtlamak oluyor. Yıldırım, ilk çıktığı operasyonu şöyle anlatıyor: 'Sakallı ve Doktor Ahmet ile birlikte ilkin Seyrantepe JİTEM üssüne ordan da MİT binasın gittik. Yemek yedikten sonra da arabayla 7. Kolordu'ya doğru hareket ettik. MİT'te çalışan ve benimle muhatap olan, kendilerini 'Ozan' ve 'Kemal' olarak tanıtan iki kişi de arkamızdan başka bir araçla bizi takip ediyorlardı. 7. Kolordu Komutanlığı'na girerken hiçbir arama yapmadan bizi içeriye aldılar. Beni büyük bir binanın altındaki odaya bıraktılar. Dışarıdan helikopter sesleri geliyordu. Sonra Sakallı ve Doktor Ahmet odaya geldiler yanlarında askeri elbise, eldiven ve maske getirdiler. Bunları bana giydirdiler. Doktor Ahmet, Sakallı, Ozan ve Kemal de askeri elbiseler giymişti. Dışarıya çıkıp helikoptere bindik. Tam 7 helikopter kalkış yaptık. Bizim helikopterimizde iki kişi daha vardı. Biri yaşlıydı. Ona hepsi komutanım diyordu. Yanında da Fatih Üsteğmen dedikleri biri vardı.'

İlk durak: Lice

Operasyon öncesi bölgenin ilgili askeri üssü olan Lice'de bulunan Tapantepe Tabur Komutanı'na iniş yaptıklarını, tabur komutanını yanlarına aldıktan sonra tekrar hareket ettiklerini ifade eden Yıldırım, 'Operasyon yerine doğru gittiğimizde ben onlara yerleri gösteriyordum. Bazı tepelerin yerlerin isimlerini soruyorlardı. Bizim helikopter ikinci helikopterdi. Aşağıya doğru baktığımda aşağıda çok yoğun bir askeri hareketliliğin olduğunu görüyordum. Operasyon başlamıştı. Bana gerillaların saklanabilecekleri bulunabilecekleri yerleri sordular söyledim. Sonra bizim helikopter Lice'ye geri döndü' diye konuştu.

'Zehir teslim ettiler'

JİTEM elemanları Sakallı ve Doktor Ahmet, Yıldırım'a Lice'de bir cep telefonu verdikten sonra evine bırakıyorlar. Ertesi gün Doktor Ahmet tarafından aranan Yıldırım'a bulaşma aderesi veriliyor. Yıldırım, Diyarbakır'ın Hani ilçesine yetişmeden Terkan yolunda bulunan Gaban Boğazı'ndaki randevuyu şöyle ifade ediyor: 'Belirttikleri yere daha yetişmemiştim. Yolun üstünde arabalarını park etmişlerdi. Ben de orada durdum. Arabamı bırakmamı istediler. İki JİTEM elemanı tarafından (Sakallı ve Doktor Ahmet) ormanlık bir alana götürüldüm. Bir Cihaz verdiler. Bu cihazın nasıl kullanıldığını gösterdiler. Hem ses hem görüntü kaydediyordu. Bir de sanırım izleme cihazıydı. Cep tefonuna benziyordu. Ekranı da vardı. Sonra bir badem gibi plastik bir şey verdiler. Bunun ucunda nohut kadar küçük bir kapak vardı. İçinde zehir olduğunu söylediler. Bunların benim yanımda kalması gerektiğini eğer gerillalarla bu arada yeniden temasa geçersem kullanabileceğimi söylediler. Arabamın içine de benim oturduğum yerin üstüne dinleme ve gizli kamera cihazı koyduklarını söylediler. Buraya bir şey asmamam için uyarıldım. 'Artık senin arabanda bütün konuşulanları buradan duyabileceğiz. Senin nerede olduğunu buradan öğrenebileceğiz' dedikten sonra beni eve gönderdiler.'

Kod adı: Heval

Yıldırım, ertesi gün yine Seyrantepe JİTEM üssüne çağrılıyor. Yıldırım, sıklıkla JİTEM üssü ve MİT binası arasında mekik dokumayı, JİTEM ve MİT arasındaki çalışma biçimine bağlıyor. Her iki yerde de kendisine dosyalar açıldığını, ancak kendisinin JİTEM elemanı statüsünde değerlendirildiğini belirten Yıldırım, 'Saat 08.30 sıralarıydı. Yarım saat kadar Seyrantepe'de kaldıktan sonra beni tekrar MİT'e götürdüler. Bir süre sonra MİT'te üst düzey bir sorumlu olduğunu anladığım 'Ahmet Müdür' dedikleri biri gelip, 'Bu adamın dosyasını yapın' dedi. Orada bu işlerle Lütfü adında biri ilgilendi. Üç örnek çıkarıyorlardı. Birini nereye gönderdiklerini bilmiyorum ama bir örneğini JİTEM'ci Doktor Ahmet ve Sakallı'ya veriyorlardı. Bana dediler ki, unutma senin dosyanın numarası 301'dir.' MİT'te resmi dosyası açılan M. Sait Yıldırım artık evraklar üzerinde de bir MİT ajanı ve JİTEM elemanı olarak geçiyor. Aynı biçimde dosya işlemlerinin JİTEM'de de yapıldığını kaydeden M. Sait Yıldırım'a 'Heval' kod ismi veriliyor. Yıldırım'a, bu kod isimle artık aranacağını, tüm teşkilatta bu isimle tanınacağını söylüyorlar. Yıldırım, JİTEM elemanlarınca telefonda asla isim belirtmemesi yönünde de sıkı tembihleniyor.

Vali, MİT, JİTEM bir arada

M. Sait Yıldırım ajanlığının resmileştiği gün MİT binasında üç günlük eğitime alınıyor. Yıldırım, dönemin Diyarbakır Valisi şimdinin Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala'nın da eğitim verdiği 'ajan eğitimi'nde şu hussuslara dikkat çekiyor: 'O süreçte benimle birlikte 40-50 ajan da gelmişti. Bazılarını da tanıyordum. Biz böyle sahnenin karşısındaki koltuklarda oturduk. Üst düzey hepsi kendi ilgili alanlarında eğitim verdiler. Her iki tarafta önemli adamlar ve seminerleri verecek kişiler oturmuştu. Herkes kendi bölümünde kalkıyor eğitim veriyor. Diyarbakır Valisi Efkan Ala da ilk gün oradaydı. O da kalktı. Diyarbakır'da halk içerisinde yapılması gerekenlerden bahsetti. Halkı nasıl yönlendirebileceğimizi, onlardan nasıl bilgi alacağımızı, eylemlerde içlerine nasıl sızacağımızı anlatıyordu. Gerillalarla halkın arasının nasıl açılacağını örneklerle anlattı. Sonra MİT yetkilisi de, nasıl bilgi toplayacağımızı, milis güçlerini nasıl etkisizleştirebileceğimizi söylüyordu. Askeri yetkililer de kalkıp konuştular. Bir de Fatih Üsteğmen kalkıp konuştu.'

Gerilla nasıl zehirlenir?

M. Sait Yıldırım, eğitimde görüntülü olarak anlatılan gerillara nasıl komplo kurulacağını ve gerilların hangi yöntemlerle zehirleyebileceğine ilişkin de şunları kaydetti: 'Bize nasıl komplo kuracağımızı, gerillaya nasıl güven verip onları hangi yöntemlerle pusuya düşüreceğimizi gösterdiler. Bir de zehiri nasıl kullanacağımızı anlattılar. Bu yöntem için 'En rahat yöntemdir kimse bir şey anlamaz. Deşifre olması en zor yöntemdir' diyorlardı. Bununla ilgili bir olayın görüntülerini bize izlettirdiler. Bir evin içinde yaşlı bir adam gerillaların yemeğine zehir katmıştı. Gerillalar daha çay ellerindeyken birden hemen hepsi sırayla buz gibi dondular. Oldukları yerde kaldılar. Sonra içeri yüzleri maskeli özel timler girdi. 'Nasıl fare gibi zehirledik' diyorlardı. Bize hemen her gün birçok konu üzerine görüntü göstermeye devam ediyorlardı. 'Bir ajan için en önemli şifre deşifre olmamaktır' şeklinde sık sık uyarılıyorduk.'

JİTEM'in fiyat listesi

MİT'te aldığı çeşitli eğitimlerin ardından yapacağı ajanlık faaliyetleri için kendisine çeşitli vaadlerde bulunulduğunu açıklayan JİTEM ajanı Yıldırım, JİTEM'in sık sık 'kendisinin mal varlığına el konulacağını, aile fertlerine çeşitli biçimlerde saldıracaklarını' tehditinde bulunduğunu ifade ediyor. JİTEM elemanları, Yıldırım'a gerilla başına biçtikleri fiyat listelerini de açıklıyor. Fiyat listesine göre, yaptığı faaliyetlerde etkisiz hale getireceği ya da öldüreceği gerillaların bir şervan (rütbesiz gerilla) düzeyinde olması halinde 15-20 bin YTL, bazı sevilen tanınan eylemci şervanlara 35-40 bin YTL, Tim Komutanı'na 75 bin YTL, Bölge Komutanı'na 80-100 bin YTL para ödenecek. Aynı zamanda daha da üst düzey sorumlular için de bu paranın katlanacağını söylüyorlar.

'Saman gönderin'

MİT toplantısının ardından kendisine bazı telefon numaralarıyla birlikte konuşma şifrelerinin verildiğini dile getiren Yıldırım, 'Verdikleri telefonda kesinlikle açık konuşmamam konusunda uyardılar. Bir de bazı şifreler de verdiler. Örneğin, bulunduğum yere askeri operasyon istersem telefonda 'Bana saman gönderin' demem gerekiyordu. Telefonda bırakacağım çağırıların da anlamı olacakmış. Örneğin bir çağrı bırakmam 'Gerillalar buraya gelmiş yanımdalar', iki çağrı bırakmam 'Beni bekleyin hazır olun size haber vereceğim', üç çağırı üst üste ise 'Şu an müsait değilim fırsatım yok ama beni izlemede kalın' anlamına gelecekti. Aramızda bu şifreleri de böyle kararlaştırdık' şeklinde konuştu.

Gerillaya 'para' pususu

JİTEM, Yıldırım üzerindeki planlarını bir bir devreye koymaya başlıyor. Seyrantepe'deki JİTEM üssünde M. Sait Yıldırım'a bir çanta para veriliyor. Daha önce M. Sait Yıldırım'ın Mehmet Kaçmaz'ın kaçırıldığı olayda aracılık yaptığı gerillaları, bu para vaadiyle pusuya düşürmek amaçlanıyor. Bu süre zarfında para dolu çantayı açmadığını ve gerillalarla ilişkiye geçmek için herhangi bir çabada bulunmadığını iddia eden ajan Yıldırım, JİTEM'in de kendisine asla güvenmediğini, evinin etrafında pusu atıldığını belirtiyor. Birkaç gün sonra JİTEM elemanlarının artık evinin içine kadar girildiğini ifade eden M. Sait Yıldırım, bu süreci şöyle anlatıyor: 'Paradan sonra günlerce evimden dışarı çıkmadım. Daha sonraları evimin etrafında JİTEM elemanlarınca pusu atıldığını da fark ettim. Zaten birkaç gün sonra gerilla kıyafetli 6 JİTEM elemanı evime girdiler. Evde bana ve aileme de birçok hakarette bulundular. Söz de onların ajanıydım ama bana da halen böyle muameleler yapıyorlardı. Pusudan sonuç alamayınca beni tekrar Seyrantepe'de her zaman aldıkları odaya aldılar. Doktor Ahmet ile Sakallı, 'Sen iş yapmıyorsun, senden bir şeyler çıkmasın, sen bize çalışmak istemiyor musun?' dediler. Sonra benim tekrardan gözlerimi kapayıp işkence yaptılar. Önce kaba dayak atıyorlardı. Sonra çırıl çıplak soyup, yumurtalıklarımı sıkıyorlardı, tazyikle su sıkıyorlardı, elektrik veriyorlardı.'

İkinci operasyona hazırlık

Yıldırım, ertesi gün sabah ikinci operasyon için buradan mavi bir pikapla MİT binasına götürülüyor. Burada operasyona kendi isteğiyle çıkacağına dair belge imzalatılan Yıldırım'ın operasyon güzergahı (Önce 7. Kolordu Komutanlığı, sonra Lice'ye) ve operasyon ekibi de yine aynı (JİTEM'ci Doktor Ahmet ve Sakallı; MİT'ci Ozan ve Kemal). Yıldırım, bindiği helikopterde 'Eğer bu kez de başarısız olursak seni helikopterden atarız' şeklinde tehdit edildiğini söylüyor. İkinci opersayda kendilerine eşlik eden bir askeri helikopterin gerillalarca düşürüldüğünü belirten Yıldırım, operasyonu şöyle anlatıyor: 'Bu kez bindiğim helikopterde maskeli 9 özel harekatçı, bir ağır silah kullanan kişi, iki de üst düzey pilot bulunuyordu. Operasyon alanına hareket ettiğimizde aşağıda çok yoğun bir kalabalık vardı. Yoğun bir hava saldırısı yapılıyordu. Bizim içinde bulunduğumuz helikopter ikinci sıradaydı. Bizden önce bir helikopter iniş yaptı. Biz tam onun yanından manevra yapıp bir daire çizecektik ki iniş yapan helikopterin alev aldığını gördüm. Bunun üzerine bizim helikopter derhal geri çevrildi. Beni önce Lice'ye sonra da arabayla evime bıraktılar. Akşam eve geldiğimde televizyonda haberlerde gördüm. Helikopterin düşürüldüğünü söylüyorlardı. Ama kayıp için deniyordu ki 1 astsubay şehit düşmüş üç asker yaralanmış. Bunun yalan olduğuna eminim. Çünkü kendi gözlerimle gördüm. Helikopter inflak oldu. Ve içerisinde 9'u özel harekatçı olmak üzere en az 12 kişi vardı.'

İkinci MİT toplantısı

20 gün evinde dinlenen M. Sait Yıldırım bu süre içerisinde bilgi için sürekli JİTEM'ci Doktor Ahmet ve Sakallı tarafından aranarak, denetleniyor. 20. günün sonunda tekrardan MİT'e çağırılan Yıldırım ikinci kez üç günlük sürecek bir eğitime katılıyor. Bu kez gündemin Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın uluslararası bir komployla Türkiye'ye getirilişinin yıldönümü olan 15 Şubat süreci, Newroz ve olası sınırötesi operasyonun olduğunu kaydeden Yıldırım, bu eğitime de dönemin Diyarbakır Valisi Efkan Ala'nın yine eğitimci olarak katıldığını vurguluyor. Yıldırım, Ala'nın yanısıra, Diyarbakır MİT sorumlusu adına aynı yetkilinin ve yine Fatih Üsteğmen'in bu toplantıda da konuşma yaptığını belirtiyor. Ayrıca toplantıya bu kez Ulucanlar Cezaevi Müdürü'nün de katıldığını söyleyen M.Sait Yıldırım, müdürün cezaevindeki ajanlardan sorumlu kişi gibi davrandığını o konular üzerine konuşup eğitim verdiğini iddia ediyor.

Yeni görev Güney'e

M. Sait Yıldırım, toplantının ardından MİT'te sorumlu 'Müdür Ahmet' isminde üst düzey bir yetkilinin kendisine Güney Kürdistan'a oradan da gerillaların kontrolündeki Medya Savunma Alanları'na gidiş görevinin verildiğini belirtiyor. Yıldırım, yeni görev görüşmesinde şunlara dikkat çekiyor: 'Görevin verildiği görüşmemizde birkaç dakika da bir birileri odanın kapısından kafasını uzatıp bana bakıyor. 'Bu o' deyip, olumlar gibi kafalarını sallıyorlardı. Ne olduğunu anlamadım. Daha sonra beni başka bir salona aldılar. Karşımda yaklaşık yirmi kişi duruyordu. Müdür Ahmet'e bakıp 'Bu kişi belirttiğiniz kişidir, uygundur, gerillalar tarafından daha öncesinden güveni kazanılmış biridir' deyip bir şeyleri onaylıyorlardı. O kişilerin içerisinde itirafçı Şemo, Arteş, Siyabend, Koçer ve başka ajanlar da vardı. Şemo'yu daha öncesinden de tanıyordum. O da beni tanıdı.'

Ulucanlar Cezaevi Müdürü

Ajanlar ve itirafçılarla karşılaştırılma sırasında Ulucanlar Cezaevi Müdürü'nün yanına geldiğini ileri süren Yıldırım, aralarında geçen ilginç diyaloğu şöyle anlatıyor: 'Bana 'Oğlum sen beni tanımıyorsun. Bana iyice bak, ben Ulucanlar Cezaevi Müdürüyüm. Bak daha önce yazdığın raporlardaki herkes burada. Bak Şemo'yu bile buraya getirdim. Benim gücüm herşeye yeter. Kimi istersem buraya getiririm' dedi. Sonra telefon numarasını verdi ve 'Herhangi bir işin olursa cezaevleriyle ilgili beni arayabilirsin' dedi.'

Yıldırım görevine hazırlandırılıyor

MİT toplantısından birkaç gün sonra tekrardan aynı yere çağırılan ajan M. Sait Yıldırım'a bu kez Medya Savunma Alanları'na gidişi için hazırlıklar detaylı aktarılıyor ve eğitim veriliyor. Burada kendisine Medya Savunma Alanları'nda bulunan üst düzey yöneticilerin resimleri gösteriliyor. Ayrıca kendisine gösterilen bazı resimlerdeki kişileri bu alanda görmesi halinde kesinlikle ilişki kurması yasaklanıyor. Bu kişiler daha öncesinden Medya Savunma Alanları'na gönderilen diğer ajanlar oluyor. Burada da kullanmak üzere kendisine çeşitli şifreler veriliyor. Bu şifrelere göre, M. Sait yıldırım daha önceden belirtilen telefonu arayıp 'Bize şeker lazım' demesi durumunda işlerin iyiye gittiği ve sonuç almaya başladığına işaret, 'Bize bulgur gönder' denmesi durumunda da henüz zamana ihtiyaç var anlamına geliyor.

Sarmaşık operasyonu

Bu görüşme esnasında kendisinden istenenleri ve gidiş amacının ne olduğunu da açıklayan JİTEM ve MİT elemanları, öncelikle Medya Savunma Alanları'nda yakında olacaklarla ilgili Yıldırım'a bilgi veriliyor. Yani sınırötesi operasyon bilgisi. Bu operasyonun adı da söyleniyor: 'Sarmaşık operasyonu.' Bu operasyona ilişkin Yıldırım, şu bilgiyi veriyor: 'Bu operasyona göre öncelikle Güney Kürdistan'daki Kürt bölgelerine sızdırılmış birliklerce o hattan bir çember oluşturulacakmış. Güneyli güçlerin de istihbarat ve engelleme gibi kısmi desteği de alınacakmış. Ağırlıkta önceden belirlenen stratejik yerlere ve üst düzey yöneticilerin bulundukları yerlere hava saldırıları düzenlenecekmiş. Ama asıl olarak askeri harekat İran ile birlikte İran sınırından içeri girilerek yapılacakmış.'

Yöneticiler için sinyal

Ajan M. Sait Yıldırım, Medya Savunma Alanları'na ajanların farklı görevler için gönderildiğini vurguluyor. Kimi sabotaj, kimi suikast, kimi istihbarati bilgi için geldiğini söyleyen Yıldırım, kendisinin ise ilk görev olarak hava saldırıları için stratejik yerleri belirlemek ve bazı bilgilere ulaşmak üzere gönderildiğini belirtiyor. Bu sinyalleri kendisine verilen cep telefonuyla ileteceğini ifade eden Yıldırım, şöyle devam ediyor:

'Beni asıl olarak üst düzey yöneticilerin, stratejik, yine ağır silahların ve gerilların yoğun bulunduğu yerlerde sinyal vermek ve oraları haritalarda belli etmek için görevlendirdiler. Sonra burada silahların nasıl tespit edildiği hem Türkiye'den hem de yabancı ülkelerden kimlerin buralara gidip geldiğini, operasyona hazırlık planlarının ne olduğunu iletmemi istediler. Kendimi korumam için de bazı yöntemler gösterdiler. Örneğin olası bir durumda sinyal verdiğim yerlerden uzak durmamı istediler.' Bu görevi esnasında eğer başarı elde edebilir ve bir gelişme katederse yardım için Güney Kürdistan'da bulunan diğer JİTEM elemanlarıyla da ilişkilendirileceğini vurgulayan JİTEM'ci Doktor Ahmet ve Sakallı, ayrıca üst düzey yöneticiler karşısında kendisinden aldıkları bilgiler dahilinde sonuç alınırsa 200 bin YTL ve onun üzerinde para alacağı vaadinde de bulunuyorlar.

Pasaportumu MİT hazırladı

Bu hazırlık sürecinin ardından kendisinden istenen fotoğraf ve birkaç belgeyi alan MİT elemanları, M. Sait Yıldırım'ı Diyarbakır'daki yeni terminalde Zaxo arabasına bindirerek yolculuyorlar. 'Zaxo'da indikten sonra kendilerini arayıp ulaştığımı söyledim. İlk iş olarak Maxmur'a gitmemi ve oradan gerekli ilişkilenmeyi yakalamam gerektiğini belirtmişlerdi. Bir de Maxmur'a gitmişken 15 Şubat gününde örgütün üst düzey yöneticilerinden birilerinin orada bulunup bulunmayacağına bakmamı bu konuda kendilerine bilgi vermemi de istediler. Maxmur'a geldim ama söylediklerini yapmadım' diyen ajan Yıldırım, daha önce tanıdığı kişiler üzerinde Medya Savunma Alanları'na geçiyor. Ajan olduğu gerillalar tarafında anlaşıldıktan sonra yakalanan M. Sait Yıldırım, yakalandıktan sonra sık sık pişman olduğunu dile getiriyor. Ailesinin hala JİTEM'ci Doktor Ahmet ve Sakallı tarafından tehdit edildiğini ve ailesinin can güvenliğinin riskte olduğunu vurgulayan Yıldırım, ayrıca halkın, gençlerin ve kadınların bu ajanlaştırma çabalarına karşı uyanık ve dikkatli olmaları uyarısında bulunuyor.

KALKAN AÇIKLAMIŞTI: ÖLÜM MANGALARI ELİMİZDE

Kamuoyu Türkiye'nin PKK'ye yönelik 'suikast ve sızma' planı geliştirdiğine ilk olarak 19 Mart 2007'de KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan'ın açıklamalarıyla haberdar olmuştu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın İmralı'da zehirlendiğine ilişkin 1 Mart 2007'de avukatları tarafından yapılan açıklamaya dikkat çeken Kalkan, 'Şu iyi bilinmeli ki, Önder Apo'ya yönelik geliştirilen sistematik zehirleme olayı planlı bir olaydır. Bu plan, 2006 yılının Temmuz ayında oluşturuldu. Türkiye devletinin sınırötesi operasyon yapıp yapmayacağı tartışması, tüm siyaset gündemini kaplıyordu. Böyle bir ortamda önemli toplantılar yapıldı ve kararlar alındı. Bunların önemli bir bölümü o zaman basına da yansıdı. Bazılarıysa yansımadı. Ya da yansıtılmadı, gizli tutulmaya çalışıldı' demişti.

Kalkan'ın sözünü ettiği toplantılar, ard arda gerçekleştirilen, 'Terör Zirvesi' toplantısı, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu (TMYK) toplantısı, Bakanlar Kurulu toplantısı ve Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısıydı. Özellikle Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Bölge'ye 'başkomutan olarak bir sefer düzenleyen' Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı sıfatıyla başkanlık ettiği TMYK toplantısı dikkat çekiciydi. Bitlis, Siirt ve Van'da 13-15 Temmuz 2006 tarihleri arasında yaşanan çatışmalarda 14 askerin ölmesi üzerine, Başbakan Erdoğan'ın talimatıyla Ankara'da 'Terör Zirvesi' yapılmıştı. Bakanlar Kurulu da aynı gün bu konuyu görüşmek üzere toplanmış, 'sabrının tükendiğini' ifade eden Erdoğan, 'Bu toplantılar çok şeye gebe' demişti. Erdoğan ayrıca TMYK toplanmasını istemişti. Bu gelişmelerin ardından 16 Temmuz'da toplanan TMYK'de daha geniş katılımlı toplantıya sunulmak üzere bir 'öneri listesi' hazırlanmıştı. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün başkanlığını yaptığı TMYK toplantısına, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri, Genelkurmay 2. Başkanı Işık Koşaner, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, MGK Genel Sekreteri Yiğit Alpogan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ali Tuygan, MİT Müsteşarvekili Cemal Uzgören ve Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner katılmıştı.

Gül'ün denenmemiş tüm yöntemleri

Gül TMYK toplantısı sonrasında 'Bugüne kadar denenmiş denenmemiş tüm yöntemleri kullanacağız' açıklamasında bulunmuştu.

Gül'ün başkanlığını yaptığı TMYK'nin iki günlük bir toplantısını hatırlatan Duran Kalkan, şu değerlendirmelerde bulunmuştu: 'Bu toplantı önemlidir. Önemli kararlar alınmıştı. Zaten toplantının ardından hükümet toplandı. Kurulun kararlaştırdığı hususlar, hükümete götürülerek orada da karar haline getirildi ve temmuz sonunda MGK'ye sunuldu.' Kurulun iki günlük toplantısı ardından Abdullah Gül'ün birkaç kez tekrarladığı 'Terörle mücadelede siyaset organı, alması gereken tüm kararları almıştır. Kararları uygulayacak organlara gerekli yetki ve görevler verilmiştir. Dolayısıyla terörle mücadele artık hükümetin işi olmaktan çıkmıştır. Hükümet hem gereken kararı vermiş, hem yetki ve görev vermiş, hem de her türlü imkanı tesis etmiştir' açıklamasına dikkat çeken Kalkan, 'Yani önemli karar aldıklarını, artık PKK'ye karşı mücadelede ordunun, polisin, MİT'in ve istihbaratın sorumlu olduğunu ortaya koymuş oldu. Şimdi iyice ortaya çıkmış durumdadır ki, TMYK'nin, söz konusu toplantısında, örgüt yönetimimiz için her türlü yöntem kullanılarak öldürme kararı verilmiştir. Kurulun bu kararı hükümetçe de onaylanmıştır. Dolayısıyla MGK'den de onay alınmıştır' dedi.

Zapsu'nun özel timleri

Başbakanlık Danışmanı Cüneyt Zapsu'nun 17-20 Temmuz 2006 tarihleri arasında Kanal D'de katıldığı canlı yayındaki açıklamalarını da hatırlatan Kalkan, 'Biliniyor, bir günde dört büyük devletin elçileriyle görüştükten sonra Zapsu, Kanal D'nin akşam programında, 'teröre karşı mücadele' ve sınırötesi operasyon konusu dahil görüşler açıkladı. Çok somut söylemişti, 'Sınırötesi operasyon öyle onbin, ellibin, yüzbin kişilik askerle yapılacak bir operasyon değil, kimse öyle beklememelidir, bu bir özel kuvvet operasyonudur, özel tim operasyonudur' diyordu. Şunu da ekliyordu: 'Nitekim bu konuda gerekli hedefler belirlenmiş, görevlendirmeler yapılmış, birimler, yani özel timler harekete geçmiştir, operasyon başlamıştır. Hatta bazı birimler hedeflerine ulaşmış durumdalar. Yakında sonuçlarını herkes görecektir' diyordu. Şimdi bununla birleştirilince TMYK'nin toplantısı ve arkasından gelen hükümet ve MGK toplantılarında, örgütümüze ve yönetimimize yönelik yeni şeyler içeren kapsamlı bir planlamanın ortaya çıkarıldığı anlaşılıyordu' diye konuştu. Duran Kalkan bu gelişmeleri zamanında nasıl değerlendirdiklerine ilişkin şunları söyledi: 'Zaten devlet ve hükümet yetkilileri, 'terörün katlanılabilir sınırlara çekilmesi' gereğinden söz ediyorlardı. Kendi amaçlarını, o dönemde 'terörün katlanılabilir, yaşanılabilir sınırlara' yani marjinal sınırlara çekilmesi olarak tanımlıyorlardı. Dolayısıyla, Hareketimiz bu biçimde marjinal kılınıp siyasi güçten düşürülerek, 'Önder Apo örgütsüz bırakılmak isteniyor' diye değerlendirdik. Çünkü Önder Apo'yu imha edemediler. Uluslararası Komplo'nun temel amacı imha etmek olmasına rağmen onu başaramadılar. Yine Önder Apo'yu susturamadılar. İmralı sistemi, tarihte eşi bulunmayan izolasyon, işkence ve baskı sistemi olmasına rağmen Önder Apo, bu sistemi de parçaladı. Kendini yenileme, yeniden yaratma gücünü gösterdi. Dolayısıyla Özgürlük Hareketimizin yenilenmesi, yeniden yapılanması ve daha güçlü gelişmesi gibi bir süreç gelişti. İmralı sistemi de Önder Apo'yu engelleyememiş oldu. Önder Apo'nun dehası ve çalışma gücü karşısında İmralı sistemi de yenilmiş oldu. Dolayısıyla imha edemeyince, engelleyemeyince bu sefer, örgütsüz bırakılarak başarısız kılınmak, yenilgiye uğratılmak isteniyor. Örgüt olmayınca, oluşturulan düşünceler pratikleşmeyince tabii Önderlik gerçeğimizin toplumsal yaşamda etkili olması gerçekleşmeyecekti. Böylece Önder Apo durdurulmak, başarısız kılınmak ve yenilgiye uğratılmak isteniyor, demiştik.'

'Öldürülecekler ve tutuklanacaklar'

TMYK'de 'öldürülecek ve tutuklanacaklar' listelerinin hazırlandığını da kaydeden Kalkan, şu çarpıcı açıklamalarda bulunmuştu: 'TMYK'nin iki liste hazırladığı açığa çıkıyor. Birincisi 'öldürülecekler listesi', ikincisi 'tutuklanacaklar listesi' Tutuklanacaklar listesi basına da verildi. ABD'nin PKK koordinatörüne veriliyor ve iadeleri isteniyor. Avrupa'dan ve Irak'tan isteniyor. Türkiye'nin içinde olanlar tutuklanıyorlar. Böyle tutuklanması gerekenler listesi var. Yüz kişinin üzerinde isimlerden oluşuyor bu liste. Bu liste yanında bir de vurulacaklar listesi var. Bunu söz konusu kurul kararlaştırmış, hükümet de onaylamıştır. Tabii Genelkurmay'da da uzlaşma ve işbirliği dahilinde MGK'nin olurundan geçirilerek bu karar uygulamaya konmaya çalışılıyor. Cüneyd Zapsu'nun Özel Kuvvet Operasyonu dediği operasyon işte budur. Listedekilerin öldürülmesi için görevlendirilen özel tim kuvvetini ifade ediyor. Nitekim, böyle görevlendirilmiş birçok tim var. Hemen sonra Ağustos 2006 başında, HPG Meclis üyesi İbrahim arkadaşımız böyle bir saldırının kurbanı oldu. Zaten o durum bizi bu konuda biraz daha uyardı. İşte Amed'de 7 gerillanın yine böyle bir kontra kişi tarafından katledildiği bilgisi şimdi basına yansıyor. Bir de Cüneyd Zapsu'nun ölüm mangalarının bir bölümü elimizdedir, açığa çıkarmış ve tutuklamış bulunuyoruz. Onların verdiği bilgiler var. Kimlerin öldürülmek istendiğine dair epeyce bilgimiz oldu. Kurulun hazırladığı ölüm listesinin bir bölümünü biliyoruz şimdi. Yine bu ölüm mangalarını kimlerin eğittiği, hangi yollardan geçirildikleri, neyle görevlendirildiklerine dair de elimizde önemli bilgiler var. Yani Zapsu'nun timleri şimdi hesap verme safhasındadırlar. Öyle anlaşılıyor ki, Temmuz 2006'dan bu yana AKP hükümeti ve Türkiye yönetimi, ne zaman ölüm haberimizi duyacaklarını beklerlermiş. Türkiye devleti tarafından öldürülme kararı verilen sadece Önder Apo değil, PKK'nin bir grup yöneticisidir. Bazı isimler daha çok önde zikrediliyor. Olmazsa, direnişi örgütleyen bütün yönetimlerin imha edilmesi görevinin bu timlere verildiğini biliyoruz. Onlar bize söylemiş durumdalar. Açığa çıkarmış durumdayız.'

Doğan Çetin / Eriş Qoser - ANF- BEHDİNAN
Arşiv Bağlantıları 28.09.2007-03.10.2007 : JİTEMCİLER KONUŞUYOR

Türkiye'nin 'ölüm mangaları' Kandil'de P K K 'ye yakalandı
İki kardeş birbirlerinden habersiz ajanlaştırıldı
Hedef KALKAN ve KARAYILAN
Denenmemiş kirli yöntemler
İstanbul'da ajan tuzağı
Semavere zehir atıp Kaytan'ı zehirleyecektim
kaaynak:http://www.gundemonline.net/haber.asp?haberid=54933

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Hayal kırıklığına uğrayan James Petras (söyleşi) -Efraín Chury Iribarne

Hayal kırıklığına uğrayan James Petras (söyleşi) -Efraín Chury Iribarne
Hayal kırıklığına uğrayan James Petras (söyleşi) -Efraín Chury Iribarne
Administrator tarafından yazıldı
Salı, 08 Temmuz 2008 20:45
Efraín Chury Iribarne, Petras’la Chavez’in FARC’a ilişkin son açıklamalarını konuştu

“Bu, katışıksız Stalinizm’dir, 40 yıldır mücadele eden bir isyancı örgüte, emperyalizmin oyununa geliyorsunuz demek katışıksız ahmaklıktır; emperyalizm, Venezüella’da amacını bir gerilla hareketine ihtiyaç duymadan yerine getirebiliyor”

Chury: İyi günler Petras, nasıl gidiyor?

Petras: Doğaya bakarsan güzel bir gün, ama başkan Chavez’in son açıklamalarına bakınca bugün bana kötü bir gün olarak görünüyor.

Sana tam olarak hakkında sormak istediğim soru da buydu…

Al işte, başkan Chavez’in FARC’a yönelik kınamaları, talepleri ve demeçleri lehinde bolca vurgu yapan bütün burjuva basını burada ve ben Chavez’in izlediği bu politikayla yaptığı saldırganlıkla yüzleşmenin birçok insan için bir şok olduğunu tahmin ediyorum.


Belirgin biçimde, eğer sana buradan, güneyden sorarsam; değişik bilgilendirme kanalları yoluyla yapılabilen bir yorum olarak, bütün gazetelerde ve medyada yer alan şu mesele görmezden gelinemez; Chavez FARC’a bütün rehineleri serbest bırakmasını ve karşılığında herhangi bir şey olmaksızın kendini dağıtmasını ve dahası FARC’ın bölgedeki emperyalist mevcudiyet için bir bahane olduğunu söyledi. Meseleyi bu şekilde yorumlamanın doğru olup olmadığını bilmiyorum…

Bu, katışıksız Stalinizm’dir, 40 yıldır mücadele eden bir isyancı örgüte, emperyalizmin oyununa geliyorsunuz demek katışıksız ahmaklıktır; emperyalizm, Venezüella’da amacını bir gerilla hareketine ihtiyaç duymadan yerine getirebiliyor, senin de bildiğin gibi, bu durum 2002 darbesinde ve o andan itibaren uygulanan bütün politikalarda oynadığı rolden anlaşılabilir ve [emperyalizm] dünyanın savaş sever hükümetlerin ya da her ne ise onun herhangi bir türünün bulunduğu birçok parçasında, işler durumda; ve FARC’ın silahlı mücadelesinin emperyalizm için bahane olduğunu söylemek katışıksız aptallık, bunu söylemek zorundayım. Ve bir diğer şey, Chavez, Uribe’nin hapishanelerinde çürütülen, işkence gören, aç bırakılan, zindanlarda hastalıkla boğuşan 500 gerillası varken, FARC’ın rehinelerini nasıl teslim edeceğini açıklamıyor. Benim sorum şu: “neden başkan Chavez gerilla mahkûmların hayatlarını Uribe, Sarkozy ve benzerlerinin bayraklarını yükseltmek adına, tamamıyla tek taraflı bir teslimiyetle kurban etmek istiyor?”.

İkinci sorum şu: Chavez’in, FARC gerillalarının kendilerini en son seçim mücadelesine adayışlarında katledildiklerini anlayıp anlamadığını ve kendisinin, daha geçtiğimiz hafta gerilla olmayan sendika üyelerini katletmeyi sürdüren kontrgerillalar ve askerlerle yüz yüze gelerek seçime dayalı siyasi hayata girmeye çalışan gerillaların hayatını garanti etme konusunda istekli olup olmadığını sormak istiyorum. Ve üçüncüsü, Chavez, gerillalardan, silahlı mücadelenin sonlandırıldığı ve hiçbir şeyin değişmediği El Salvador, Guatemala ve diğer barış anlaşması örneklerindeki Orta Amerika politikasını taklit etmelerini mi istiyor? El Salvador ve Guatemala en az önceki kadar sefil, ne kadar kötü ki, ülke Avrupa’ya, Kuzey Amerika’ya, Meksika’ya vs. terk edildi. Barış süreci burjuvaziyi tatmin ederken, geniş çoğunluk, bütün talepleriyle ve karşılık bulmamış fedakârlıklarıyla ortada kaldı. Daha kötüsü, Guatemala ve El Salvador’da barış anlaşmasından bu yana ölü sayısı, gerilla savaşı dönemininkini geçti; başka bir şekilde açıklarsam, bu ülkelerde her yıl sekiz-dokuz bin cinayet işleniyor çünkü dağıtılmış silahlı güçler iş bulamıyorlar, çoğu suç dünyasına ve farklı çeteler arasında çapraz ateşe giriyor. Chavez’in barış anlaşmalarının ardından yükselen sefaletin ürünü olan ölümlerle ilgili olarak endişelenip endişelenmediğini bilmiyorum ama birileri bunu hesaba katmalı.

Ve son olarak, Chavez’in siyaseti, dört yıl önce Küba dışişleri bakanı Felipe Perez Roque’dan duyduğum demeçle tamamen ve tamamen aynı. Bu çözümlemenin ve bu açıklamaların gerçekten Chavez’in düşüncesinden türeyip türemediğini ya da yıllar öncesinin (on yıldan eski), Küba çizgisini tekrarlayıp tekrarlamadığını sormak istiyorum. [Chavez’in açıklaması], FARC’a karşıdır, uzlaşma ve kıta çapında, burjuva müttefikler bulma lehinedir, ki buna Uribe’yle geçen son altı yıl dâhildir ve bu, beş yıl önce, gerilla çağının sona erdiğini söyleyen Fidel Castro’nun düşünce tarzıdır. Bu nedenle, Chavez’i Fidel’in mi yoksa Kübalıların mı etkilediğini ya da kendi inisiyatifiyle mi hareket ettiğini bilmiyorum ancak öte yandan burada büyük bir rastlantı mevcut. Ve sonuçta, FARC’ı devre dışı bırakmak emperyalizmi devre dışı bırakmayacaktır; fiilen bir bumerang etkisi yapacaktır. Bir kere Kolombiya, kendi pozisyonunu sağlamlaştıracaktır. Bu durum Kuzey Amerika askeri üsleri için Kolombiya topraklarının bu parçasını işgal etmeyi kolaylaştırır ve Uribe, Venezüella sınırlarına karşı daha mütecaviz olacaktır, bu nedenle, stratejik olarak konuşursak, Venezüella’ya baskı yapmak ve saldırmak için iki eli de boşalmış bir düşmanı durdurmak mı, bu yıkım olur. FARC’ın bir ağırlığı olduğu sürece, Kolombiya, birliklerinin bir kısmını bu çatışmaya yönlendirmek zorundadır, ama eğer FARC olmazsa, bütün kuvvetleri Venezüella’ya yoğunlaştırmak çok daha kolay olacaktır. Ya da Chavez’in, Uribe’nin FARC’a saldıracak olması nedeniyle ona sarılacağına inanması mümkün mü, kesinlikle, [Uribe, Chavez’e] sarılacaktır, ama sağ elinde de bir bıçak tutarken. Bunun bir felaket olduğuna inanıyorum, çünkü bu, Latin Amerika’da yeteneksizliğini ispatlayan liberal hükümetler ve merkez sol hattını güçlendirecektir; ve ben bunun ne halk ne de Venezüellalılar için hiçbir kâr sağlamayacağına inanıyorum ve bizzat Chavez’e bile çok hızlı biçimde zarar verecektir.

Bush Avrupa’yı baştan başa geziyor, bütün Avrupa’da veda turu atıyor ve Slovenya’yla ve kimsenin ziyaret etmesinin mümkün olduğunu hayal bile edemeyeceği diğer yerlerle başladı; Bush bu şekilde neye yöneliyor?

Bush Birleşik Devletler içinde söyleyecek hiçbir şeyi kalmamış bir başkandır; herhangi bir kamusal alanda elini kolunu sallayarak ortaya çıkması Bush için imkânsızdır çünkü hükümetine karşı, şu aralar ekonomik kriz ve petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle iyice yayılmış çok büyük bir öfke var. Birleşik Devletler içinde ortada dolaşmak Bush için neredeyse imkânsız. Daha az aleni muhalefetle karşılaşabileceği tek yer Avrupa. Son yönelimiyle, Kuzey Amerika ekonomisini kurtarmak için bazı yeni politikalar, petrol üreticisi ülkelerden bazı imtiyazlar koparmaya, Irak’ta kaybedilen savaş için destek toplamaya, İran’ı tehdit etmeye vs. çalışıyor. Ancak, hiçbir yer, aradığı şeyi elde etmede etkili olabildiğini söylemesine imkan vermez. Ortadoğu petrol üreticileri, kral arkadaşları, Bush’un önerilerini reddettiler; hatta fiyatlar nedeniyle, saldırgan askeri politikaları için, aşırı tüketim için, fiyatları yükselten etken olan dolar güç kaybettiği için bizzat Bush’u suçladılar. Ruslar, devasa ekonomik dengesizlikler nedeniyle Washington’a saldırdı. Avrupa en sessiz kalan tanıdıktı; Kuzey Amerika ekonomisini güçlendirmek ya da yardım etmek üzere Bush’a önerebileceği hiçbir şeyi yok. Bu nedenle, bunlar, hükümetin zayıflığını ve imtiyaz takası vasıtasıyla dünyanın diğer bölgelerinden imtiyaz koparma yönünde yapacak bir şeyin olmadığını gösteren geziler. Teklif edecek hiçbir şeyi yok ve liderler böylesi militarist, spekülatif krizlerle ve yolsuzlukla ve daha fazlasıyla dolu bir ekonomi için kurbanlar vermeye devam etmeye istekli değiller; temelde ne olursa olsun geleceği olan bir gezi değil, anlamsız.

Çözümlemek için size ihtiyaç duyduğumuz bir konu var. Konu: Barack Obama. Değişen ne olabilir, Birleşik Devletler’de Siyonizm’in etkisini, her şeyden önce savaşı ve sonra Latin Amerika’yı dikkate alırsak, ne gibi değişimler olabilir?

Tamam, elimizde çeşitli etkenler mevcut; Obama’nın etrafında Demokrat Parti’nin sağ kanadında Hillary Clinton’ın da desteğiyle bir birlik söz konusu.

Diğer taraftan, Obama’yı destekleyen çeşitli azınlık grupları arasında, kısmen Washington’daki güçlü Siyonist gruba yaptığı ve Kuzey Amerika sağının bile söylemediği şeyleri söylediği yaltakçı konuşmayla birlikte gözlerin açıldığına dair göstergeler mevcut. Örneğin, “Kudüs tamamen Yahudi olmalı, İsrail’in kontrolü altında olmalı” dediğinde, İran’a yönelik askeri saldırganlığı desteklediğinde. Bu, bir şeyi, Kuzey Amerika başkanlık siyasetinde Yahudi örgütlerinin gücünü gösterdi. Solun dışında bütün adaylar; Obama, Hillary, McCain, hayal dahi edilemez yaltakçı vizyonunu sergilediler. Bir buçuk milyon susuz, elektriksiz, gıdasız, açlıktan kıvranan Filistinliye bir tek imada bile bulunmadan Filistinlilere, Hamas’a karşı en iğrenç sözleri sarf etmek, İsrail terörizmine suç ortaklığı yapmak, inanılmaz! Aralarında tek bir eleştirel aday yok ve bütün örgütler, dişçiler, büyük bankacılar konferansı destekliyor, sekiz bin orta sınıf Yahudi, alt-orta sınıflar, zenginler, milyonerler, multi-milyonerler güçlerini, en askeri açıklamaları ayakta alkışlayarak gösteriyorlar. Ve bakın, Brecha, Siyonizmin Kuzey Amerika politikası üzerindeki gücü hakkında hiçbir şey yazmamıştır. Uruguaylı dinleyicilere, Birleşik Devletler’de bütün ABD başkanlarının Yahudi gücü önünde nasıl diz çökmekte olduğu asla açıklanmamıştır.

İlerici Yahudi birçok eşim dostum var ama onlar güçsüzler; büyük şeyler olduğunda, toplantı salonunda olan biteni eleştiren yarım düzine kişi vardır ama gerçekten onlar da hiç yok (…) siyaseti etkileyen budur. Ve bizim Kuzey Amerika nüfusunun %2’sinden daha azını temsil eden ama haber medyasında bu kadar güce sahip olan bir azınlığa sahip olmamız büyük trajedilerden biri.

Ekonomik güç bu mu?

Evet, ama sadece ekonomik değil, örgütlüler, bütün haber medyasında temsil ediliyorlar, Kongre’deki durumları iyi, başkanlık sarayında, hükümette görevlileri mevcut; bu basitçe Yahudi milyonerlerle ilgili bir olay değil; medyada, Kongre’de, hükümette, bütün yerel yönetimlerde, ilçelerde; doktorlar, dişçiler, avukatlar, profesyoneller, akademisyenler, hepsi bir Haçlı Savaşı’nda, hepsi İsrail için birleşmişler, önemli mevkilerde konumlandırılmışlar. İsrail “İran’a saldıracağız” dediğinde bu aktivistler, saygın Yahudiler bunu ilk destekleyenler olurlar. Hepsi değil çünkü ne İsrail’in ne de yerel organizasyonların çıkarlarını gözeten çok sayıda Yahudi var, ancak aktif ve kesinlikle en savaşçı tavırları alan pek çok Yahudi de mevcut. Binlerce Filistinliye işkence yapan ve onları hapseden bir hükümeti destekliyorlar.

Yahudiler, Almanların suç ortaklığından bahsettiğinde kendime sorarım: Kendileri İsrail devletinin büyük ve rezil suçlarıyla işbirliği içinde değillerse başka neler? Alman suç ortaklığıyla bu profesör ve doktorlar arasında ne fark var? Ve burada aynı şey, tamamen aynı şey oluyor ve medyanın bu kongredeki başkanların İsrail lehine suç ortaklığı yaptıkları gerçeğini, 8 bin delegenin ülkedeki 120 bin süper aktif iştirakçiyi temsil ettiğini nasıl sorgulamadığına bir bakın.

Sorulabilecek tek şey var, o da şu: neden Kuzey Amerikalı kamuoyu bu azınlığın manipülasyonlarına karşı tepki göstermiyor? Göstermiyor çünkü Yahudiler haber medyalarını kontrol ediyorlar ve Obama’nın Kudüs ve İsrail lehine bu konuşması sanki diğer konuşmaları kabilinden sıradanmış gibi yapıyorlar. Ve İsrail İran’ı bombalayacağını açıkladığında hiçbir yorum yapılmıyor. Hiçbir editör ne olursa olsun İsrail’i eleştirmiyor. Neden? İsrail’in gücü ve not edeyim, Brechçilerin ve solcuların kahramanı olan Chomsky yüzünden: Siyonist örgütlerin düzenlediği konferanstan bu yana sessiz! Kuzey Amerikalı adaylar kendilerini İsrail lobisine teslim ettiklerinde, Chomsky, Siyonist örgütler aleyhine hiçbir eleştirel söz sarf etmiyor. O da, dikkati Kuzey Amerika’nın İsrail’deki yatırımlarından başka yöne çekmeye çalışmayı amaçlayan sessizliği ve İsrail’in dış politikası üzerinde hiçbir etkisi ve Washington’daki İsrail lobisine karşı bir ağırlığı olmayanları suçlamaya çalışması nedeniyle, bir suç ortağı. Ahlaki duruşuna karşın Chomsky, İran’a karşı savaşı, Filistin’e karşı savaşı ve İsrail’i destekleyen temel güç olan Yahudi örgütlerine karşı sessizliğiyle İsrail’i affetmesi nedeniyle suç ortağıdır.

Petras, birçok meseleye yönelik yaptığın bu derin analiz için sana müteşekkiriz. Dinleyiciler adına seni kucaklıyoruz ve bizi pazartesi günü aramanı bekliyoruz…

Çok teşekkürler ve herkese selamlar. Bu günü iple çektim çünkü bu liderlere siyasi desteğimizi yansıtmamız gerekiyor. Ve en azından kendi hesabıma, bana güya büyük solcu liderlerle sağçı politikacılar arasındaki siyasi uzlaşmayı ve kendi diplomatik siyasetini geliştirmek amacıyla kullanılmaktan başka bir şey yapılmayan dışarıdaki hareketleri hatırlatan başkan Chavez’le ilgili biraz hayal kırıklığı hissediyorum.

Kararlarımızın her zaman, başka yerde büyük kurtarıcılar aramak yerine, kendi sınıf savaşımımızla kendi ülkelerimizdeki kendi hareketlerimize yönelik olması gerektiğine inanıyorum.

Pekâlâ Petras, seni kocaman kucaklıyoruz, en içten dileklerimizle…

Ben de, hoşçakalın.

Hoşçakal.

12 Haziran 2008

www.sendika.org

10 Temmuz 2008 Perşembe

türkiye de uşak değişimi

rizgari\soresger
Emperyalist-kapitalizm,Ortadoğuda özelinde ise Türkiye de kendi çıkarlarının temsilinin eskisi gibi yürüyemeyeceğinin farkındalığında bir değişikliğe gittiği anlaşılıyor.Irak'a müdahaleden önce ikili oyunlarıyla bir şekilde Irak-kürdistan-Türkiye ilişkilerindeki diplamasini sürdürme opsiyonunu kullanabildiği gözlenebiliyordu.Bu bağlamamda türkiye gibi ileri karakolunda hem ekonomik hemde buna bağlı diğer kurumlarında rahatlıkla kullanabildiği,tarihsel anlamda kendi nesnesinin gereği olarakta düşünülebilir kürt düşmanlığı üst boyutta olan kesimin rahat olmadığı bir çok yerdeki yazarlarının belirtmelerinden,mitinglerden,ve paara militarist üyelerinin saldırılarından da gözlenmekteydi.yeniden düzenlenmenin bu şekline bu kliğin bu şekilde cevabını daha önceden hesaplayan emperyalist-kapitalizm(Türkiye özelinde Amerika başat roldedir)bu kliğin yerine uzun zamandır hazırladığı,ekonomi,polis,eğitim kurumları,hukuk vs bir çok alanda önlerinin bilerek açılarak hazırlanan,manevi önderliğini kendi sahasında bizzat kollayıp yönlendirdiği,yukarıda belittiğim gibi de türkiye-kürdistanda da yerl işbirlikçilerinin kendi yeni durumlarına uygun konumlandırmışlardır.Fakat şu durumda gözönünden ırak tutulmamalıdır.daha önceki uşakları pek sessizce ayrılıp gitme hevesinde değildir.Bu sefer ki sermaya grupların iktidar savaşı,kendi aralarında çözülebilecek gibi değildir.bunu da karşılıklı restleşmeler göstermiştir.Bu son Amerika büyükelçiliğine geliştirilen saldırı sadece bu gösterinin bir boyutu olduğunu düşünüyorum.bununla söylenmek istenen"ben sessizce gitmeyeceğim,ve gerekirse daha önce senin için yaptığımı şimdi kendi çıkarlarım doğrultusunda kullanabilirim"demektir.Şunu unutmamak gerekiyor,onlar kendi aralarındaki bu gerkinblikte mutlaka uzlaşacak bir noktaya bir şekilde geleceklerdir,burada ki değişikliğin kısa dönemli etkileri olacak bir değişiklik olarak algılamak yanıldılı olacaktır diye düşünüyorum.Bunun etkileri küçümsenmeyecek şekilde olacağını hatta bir 12 eylül 80 sonrası değişikleri bir bir izlersek yaşamımızı nasıl etkilediğini biliyorsak,bu sefer ki bu değişikliğinde bunun bir benzeri olabileceğini,türkiye ve kürdistanın tekrardan yeni çıkarlara göre düzenleme çabası içine girildiğini zaten görmek mümkün;bu belirlemeleri yaptıktan sonra bir okuduğum makalede şöyle bir ana fikir çıkıyordu."sermeyenin kendi kavgasında,kendi paylaşımında taraf olmamak gerekiyor" gibi bir şey di.Bu durumuda hatırlatarak bence üçüncül yolun emekten yana bir dönüşümün mümkümlüğü bunun devrim ve sosyalizm bağlantısı vurgulanabileceği gibi ayrıyeten yeni uşakların yüzünüde amansız şekilde bulunduğumuz her yerde amansız deşifresinde rol oynamak gerektiğini düşünüyorum.Öyle anlaşılıyor ki nasıl değişiklik olusa olsun yeni dönemde emeğe,emek mücadelesinden yana taraf olanlar karşı saldırının büyüyerek artacağını düşünmekteyim.işte asıl olan,kendi çelişkilerinin bu kadar su yüzüne çıktığı dönemleri doğru değerlendirmek bu durumu eğer gerçekleşiyorsa kendimizden yana doğru çalışma yöntemleriyle değerlendirmek gerektiğide gün gibi açık ortada durmaktadır.Bunun bilinciyle bulunduğumuz her yerde bu durumun yarattığı koşulları iyi kullanmak ve genel anlamda tüm ezenlerin yüzünü deşifre ederken bu yeni durumla,özelde de yeni gelen bu kliğin özellikleri doğru kavranıp anlatılabilmeli,diye düşünmekteyim. O zaman bu sürecten Kürdistan ve Türkiye de, emeğin ve bu anlamda mücadele yürütenlerin göreceği zarar minimize edilebilir hatta kazanıma bile dönüştürülebilir

1 Temmuz 2008 Salı

Uluslararası işçi hareketinin yeniden yapılanması: Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? - Volkan Yaraşır


Uluslararası işçi hareketinin yeniden yapılanması: Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? - Volkan Yaraşır


1970’lerin başında kapitalist sistem hem üretim yapısını, hem kurumsal yapısını değiştirdi. Bunun iki temel nedeni bulunuyordu.

Birincisi siyasal boyuttu; özellikle Vietnam Savaşı büyük önem taşıdı. Savaş yenilmez gibi görünen, emperyalizmin yenilebileceğini ve Mao’nun deyimiyle “emperyalizmin kağıttan bir kaplan” olduğunu gösterdi.

Ayrıca metropol ülkelerde 1968’de yaşanan küresel düzeydeki ayağa kalkış, “imkansızı istemenin” politikasına güç kattı. Kitleler insanların ruhlarını kadavra haline getiren refah toplumuna ve özgürlüğün ütopyasını kirleten bürokratik sosyalizme karşı ayaklandı. Başka bir dünya isteğini haykırdı. O dönemde Kültür Devrimi’nin metropollerde sarsıcı etki yaratması boşuna değildi. Çin Devrimi ve Kültür Devrimi, Avrupa merkez ülkelerinde yeni bir sosyalizm arayışının esin kaynağı oldu. Refah toplumunun özünde kapitalist barbarlığı gizlediği, insanın ontolojisine bir saldırı olduğu ortaya çıktı.

İkincisiyse ekonomik boyuttu. Kapitalizm yapısal özelliklerine bağlı olarak 1970’lerde genel bir bunalım içine girdi. Çünkü kapitalizm kriz eğilimlerini de içinde barındıran dinamik ve çelişkili bir süreç olarak işler. Bunalımın temel nedeni, artık değer üretiminde karşılaşılan güçlüktü ya da kapitalizmin belirleyici kriz dinamiği olan kâr oranlarında düşme eğilimiydi. Sanayide kâr oranlarının düşmesi ve yaşanan petrol krizi, kapitalizmin yeni bir sermaye birikimi rejimine geçmesini zorunlu kılıyordu.

Bu süreç bir yanıyla da kapitalizmin yeniden yapılanma süreci olarak işledi. Bağlantılı olarak üretim ve emek rejimlerinde, ayrıca işin örgütlenmesinde önemli değişiklikler gündeme geldi.

Sınıflar mücadelesi tarihi bize her emek rejiminin, aynı zamanda yeni bir sınıf mücadelesi rejimi olduğunu gösterdi.

Kapitalizmin yeniden yapılanma süreci

Kapitalist sistem, 1929’da yaşadığı küresel krizi II. Dünya Savaşı’nın sonunda aştı. Dünyanın yeniden paylaşılması krizin absorbe edilme olanaklarını yarattı. Savaş sonrası ekonomik politikalara damgasını Keynes’çi refah devleti modeli vurdu. Bu kapitalist organizasyon, özünde sosyalizme karşı bir güvenlik kuşağıydı. Uygulandığı ülkelerde işçi sınıfı muhalefetini ve sosyalizm tehdidini bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Toplumsal muhalefeti denetim altında alacak politikalar üretildi. Refah devleti/toplumu eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, konut edinme vb. toplumsal ihtiyaçların yanında, sosyal sigorta sisteminin oluşturulması, işsizliğin giderilmesi ve bir dizi sosyal hakkı yürürlüğe koydu.

Devletin ekonomide rolü arttı. Yine, devlet tarafından tüketim körüklendi ve istihdam olanakları yaratıldı. Bu model merkez ülkelerde ekonomik büyümeyi beraberinde getirdi. Devlet, merkez ülkelerde daha çok altyapı yatırımları; barajlar, yollar ve benzeri şeyler yaparken, periferide ya da sömürge ülkelerde üretim ve hizmet alanında yoğunlaştı. Kapitalizm II. Dünya Savaşı’ndan sonra fordist üretim sistemini egemen bir sistem olarak devreye soktu. Refah devleti, fordist rejimin işlemesine olanak sağladı. Global ölçekte fordizmin gerçekleşmesi, refah devletinin merkezi rol oynadığı uluslararası düzenlemeye göre biçimlendi (1). Fordizm ya da bant sistemi, büyük ölçekli üretim birimlerinin kurulmasına olanak sağlıyordu. Bunun yanında hem kamuda, hem de özel sektörde geniş istihdam olanakları yaratıyordu. Bu sistem üretim sürecini makinenin mantığına göre düzenlemekteydi (2). Fordist üretimde iş süreci çok küçük parçalara ayrılıp her parça hareket ve zaman kategorilerine tabi tutularak, her işçinin işi tam olarak nasıl ve ne kadar zamanda yapacağı belirlenmişti. Bu bir standardizasyondu ve bu sistemin temel özelliklerinden biriydi.

İşçinin makinenin basit bir uzantısı, bir vidası haline gelmesiyle, işçinin bilgi ve becerisinin hiçbir önemi kalmamaktaydı. Bu durum vasıfsız kol emeğine dayanan bir işçi profili ortaya çıkardı. Yapılan iş kalifiye bir nitelik gerektirmediğinden, uzun yıllar çalışan bir işçinin yeri hemen doldurulabilmekteydi. Böylece bütün işsizler, yedek işgücü olarak devrede tutuluyordu. Sermaye için yedek işçi ordusu olağanüstü avantaj sağlıyordu.

Ayrıntılı işbölümü ve standart mal üretimi dünya pazarlarında rekabetin esasını belirledi. Rekabet aynı maldan çok sayıda, ucuza üretmek üzerinden kuruldu.

Fordizmin önemli özelliklerinden biri de üretimin kayan üretim hattı üzerinden yapılmasıydı. Akan/hareket eden montaj hattı kitlesel üretim için gereken standartlaşmış ürünün elde edilmesini sağlıyordu. Özel amaçlı iş makineleri kullanılabilmekteydi. Bunların çoğu yapılan ürün tipine, modeline göre tasarlanmıştı. Bir modelden ya da ürün tipinden öbürüne geçmek hem problemli, hem de yüksek maliyetliydi. Bunun yanında özel amaçlı makinelerin kullanımının yüksek maliyeti, ölçek ekonomilerini çok önemli kılmış, üretimin büyük ölçeklerde yapılmasının gereğini doğurmuştu.

Bu üretim sistemi, standart tüketim kalıplarının olması, geniş ve istikrarlı pazarların varlığıyla 1945-1970 yılları arasında dünyada egemen sistem haline geldi.

Çünkü geniş ve istikrarlı pazarlar bir yandan, büyük miktarda üretilmiş standart malların tüketilmesine olanak sağlıyordu, öte yandan büyük ölçekli yatırımın amorti olabilmesine yetecek zamanı veriyordu.

Bu süreçte makinenin parçasına dönüşmüş, basit ve mekanik tekrar içinde boğulan işçi, konsantre bir yabancılaşma yaşıyordu. Zihni faaliyet işçiden koparılmıştı. İşçi üretimin bütününden ve her türlü bilgiden uzaktı. Bu durum işçinin işyeri dışında da duyarsızlığına ve apolitizasyonuna neden oldu.

Aynı süreçte refah devletinin politik ve ekonomik uygulamalarına bağlı olarak özellikle Avrupa’da, kitle sendikacılığının önünün açılması dikkat çekti. Kitle sendikacılığı büyük ölçekli işyerlerinde, binlerce işçi örgütlenme olanağına kavuştu. Yüksek ücretin yanında, çalışma saatlerinin azaltılması ve bir dizi sosyal ve ekonomik hak elde edildi. Fakat kitle sendikacılığı bir yanıyla da işçi sınıfının yıkıcı gücünü deforme ederek, sınıfın sisteme eklemlenmesine yarayan bir işlev gördü. Batı işçi sınıfı giderek Engels’in deyimiyle ayrıcalıklı işçi, burjuva işçi sınıfı konumuna geldi. Hatta emperyalist-kapitalist sömürüden pay almaya başladı.

1970’lere doğru, son çeyrek asırda yaşanan üretim ve ticaret hacmindeki genişleme durdu. Büyük ve istikrarlı, kitlesel pazarlar çökmeye başladı. Küçük ve istikrarsız bir yapı ortaya çıktı. Tüketici tercihlerinin standart ucuz mala doymuş olması ve talebin mal çeşitlenmesine kayması, fordist sistemin işleyişini sağlayan kitle talebini ortadan kaldırdı. Esas olarak 1966’da OECD ülkelerinde başlayan ve bütün dünyaya yayılan ekonomik kriz, sermayenin teknik kompozisyonunun bozulmasından kaynaklandı.

Yani sabit sermaye ya da sermayenin değişmeyen kesimin büyümesi (sabit sermaye yatırımlarının artması); artı değer ve bağlı olarak kar oranlarının hızla düşüşüne yol açtı, krize neden oldu.

Kapitalizm çıkış olarak, sabit sermaye yatırımlarını azalttı. Sabit yatırımların yoğunlaştığı üretim alanlarını parçalara bölerek, çevreye dağıttı. Üretim dünya ölçeğine yayıldı. Dünya küresel fabrikaya dönüştü. Dolayısıyla küçük sabit sermaye yatırımlarıyla birlikte kâr oranlarında bir toparlanma yaşandı.

Bu yönde fordist üretim sisteminin krizine karşılık, post-fordizm adı verilen düzenlemelere geçildi. Amaç verimlilik ve kârlılığı artırmaktı. Sermaye krizden çıkabilmek için üretim sürecini yeniden yapılandırıyordu.

Yeni üretim sistemi, küçük ve çeşitlenmiş pazara dönük, değişken tüketici tercihlerine yönelik, aşırı stokları ortadan kaldırmaya, makineleşmenin ve aşırı uzmanlaşmanın yol açtığı verim kayıplarını ve hata risklerini azaltmaya dayanıyordu. Zamanın en işlevli kullanılması, işin akışkanlığı ve emek yoğunluğu artırılarak üretkenlik sağlanması hedeflendi. Ama en önemlisi sömürüyü maksimize etmek için işçi sınıfının hem metropollerde, hem de sömürge ülkelerde siyasi ve ekonomik örgütlenmelerinin dağıtılmasıydı.

Metropol ve sömürge ülkeler arasında işbölümü yeniden düzenlendi. Metropoller bacasız sanayi merkezlerine dönüşürken, bazı sömürge ülkeler hizmet sektörü, tasarımı dışarıda yapılan montaj üretimi ve sanayi ürünlerinin bazı parçalarının üretimini üstlendi. Teknoloji gelişmiş kapitalist ülkelerin tekelinde kaldı.

Yeni üretim sistemi (post-fordizm), üretimin parçalanarak farklı ülkelerde yapılmasını mümkün kıldığı için sermayeye olağanüstü hareket kabiliyeti kazandırdı. Sermaye merkez ülkelerdeki üretim birimlerini başka ülkelere taşıma ve yine başka ülkelere direkt yatırım yapma şansı buldu.

Sermayenin yeniden yapılanma (ya da sermayenin değersizleşme) süreci neo-liberal politikalar aracılığıyla küresel düzeyde uygulanmaya başlandı.

Post-fordist üretim sistemleri temelde iki ana yönelimde kendini dışa vurdu: Esnek üretim biçimleri ve onun bir türevi olan taşeronlaşma…

Esnek üretim ya da uzmanlaşma neo-liberal politikalara göre ülkelerin yeniden yapılanmasını ve bu süreçte üretimin dünya ölçeğinde parçalanmasını öngördü. Böylece çokuluslu şirketler, bir üretimin dünyanın çeşitli ülkelerinde sürdürülen aşamalarını, her biri bağımsız şirketler gibi davranan aslında kendi parçaları olan şirketler aracılığıyla denetim altında tutma olanağı buldu. Taşeronlaşma da esnek üretim içinde son derece yaygın kullanılan işletme biçimlerinden biri olarak öne çıktı.

Dünyaca ünlü Dell marka bilgisayar üretimi esnek uzmanlaşmaya tipik örnek oluşturmaktadır. Dell’in pili-bataryası Meksika’da; dizaynı Teksas ve Tayvan’da; hafıza kartı Almanya’da; CD/DVD sürücüsü İsrail’de; grafik kartı Çin’de; güç adaptörü Tayland’da; hard disk sürücüsü Singapur’da; güç kablosu Hindistan’da; mikro işlemcisi Costa Rica’da yapılıp, Malezya’da monte edilmektedir. Daha sonra tüm dünyaya pazarlanmaktadır.

Alman devi Siemens patronunun yaşanan süreci ifade edişi çarpıcıdır: “Eskiden okyanusta giden bir transatlantik gibiydik, şimdiyse nehirde yüzen yüzlerce sürat teknesiyiz.”

Esnek üretimin yarattığı en önemli sonuçlardan biri işletme ölçeklerinin küçülmesi oldu. Bunun yanında kârı maksimize edecek tarzda üretimin önce (temizlik, taşımacılık, yemek gibi) esas olmayan, daha sonra kısmen ya da tamamını taşeronlara devreden düzenlemeler yaygınlaştı.

Bu adımların yanında kâr oranlarını artırmayı amaçlayan bir dizi esneklik modelleri geliştirildi. Sayısal esneklikle işçilerin işe alınma ve işten çıkarılma koşulları, bütünüyle şirketin denetimine bırakılması amaçlandı. Sermeye sayısal esneklik uygulamalarıyla iş güvencesi ve kıdem ihbar tazminatı gibi hakların gaspını gündemine aldı. Ücret esnekliğiyle, sınıfın tarihsel mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımların gaspı hedeflendi. Fazla mesai ücreti, tatil ücreti gibi haklar ücret sisteminden çıkarılarak, ücretlerin çalışılan saate göre belirlenmesi yönünde adımlar atıldı. Bu uygulama performans ücret sistemi diye adlandırıldı. Asgari ücretin bölgeselleştirilmesi, içeriğinin boşaltılması ve aşamalı olarak kaldırılması sermayenin ana yönelimlerinden biri olarak öne çıktı. Ayrıca işe giriş ücretlerinin düşük tutulması, ücret esnekliği politikalarından biri olarak dikkat çekti. Ücret dışı işgücü maliyetlerinde esneklikle sermaye, işçi sınıfının temel haklarının gaspına yöneldi. Yakacak, giyecek, tatil parası, öğrenim yardımı, çocuk yardımı ve benzeri gibi sosyal ve parasal hakların gaspı bu esneklik politikasının hedefi oldu. Bunun yanında işyerindeki teknolojik düzey, işgücünün farklılaşması ve nitelik çeşitliliği ve iş bölümünün derinleşmesi ücret farklılaşmasının zemini olarak kullanıldı. Ücret farklılığı sermayeye işçileri bölmek için çeşitli olanaklar sağladı.

Bir başka esneklik uygulaması ise çalışma zamanında hayata geçirildi. Bu yöntemle esas olarak çalışma saatlerinin artırılması hedeflendi. Haftalık çalışma saatinin 45 saatin üzerine çıkarılması bugün birçok ülkede başarıldı. Sömürge ülkelerde fazla mesai, hafta sonu, tatil çalışması, yoğunlaştırılmış çalışma gibi yöntemlerle çalışma zamanı fiilen uzatılmış durumda.

Esnek istihdam modeli ise sermayenin işgücünün sosyal maliyetinden kurtulma taktiği olarak devreye sokuldu. Sermaye kısmi çalışma, geçici ya da mevsimlik çalışma, taşeron işçiliği, evde çalışma, tele çalışma gibi biçimlerle standart olmayan istihdam biçimleri yaratarak kâr oranlarını artırmayı hedefledi.

Esneklik uygulamalarının bir başka biçimi esnek üretim sistemleri ya da yeni emek yönetim modelleri oldu. Esnek üretim sistemleri olarak “sıfır hatalı üretim”, “stoksuz üretim”, “tam zamanında üretim” adında hataya geçirildi. Bu adımlar “toplam kalite yönetimi”, “kalite çemberleri”, “insan kaynakları yönetimi” gibi emek yönetimi modellerinin altyapısını oluşturdu.

Yeni emek yönetim modelleri sınıfı ehlileştirilmesi ve itaatkarlaştırılmasının stratejileri olarak hayata geçirildi. Sınıfın kolektif düşünme, hareket etme ve davranma yeteneklerini bloke eden bu uygulamalarla sermaye, emek üzerinde tam denetim kurmayı amaçladı.

Emek yönetim modelleriyle sermaye sendikaları –özellikle metropollerde– sınıfı kontrol eden, bir nevi personel müdürü gibi faaliyet yürütmesini amaçlayan organlara dönüştürdü. Benzer gelişmeler sömürgelerde de yaşandı. Sendikalar sınıfsal bir örgüt olma özelliği deforme edilerek, üretimden ve verimlilikten sorumlu yapılar haline geldi. Zaten sendikaların bürokratik ve korparatist özellikleri bu türlü bir değişimin zeminini yaratmıştı. Sendikaların faaliyetleri işyerleriyle sınırlandırıldı.

Esneklik modeliyle sermaye vahşi ve son derece derin bir sömürüyü hayata geçirdi. Sınıfın tarihsel kazanımlarını ve kolektif haklarını gasp etmeyi hedefledi. Emek yönetimi modelleriyle sınıfı ehlileştirmeyi ve itaatkarlaştırmayı amaçladı. Sınıfın kolektif davranma, düşünme ve hareket etme yeteneklerini felç etmeyi stratejik bir program olarak önüne koydu.

Toparlayacak olursak sermayenin kârını maksimuma çıkarmak için belli başlı atakları şunlar oldu:

1- Bilginin metalaşması ve tekelleşmesi yönünde önemli adımlar atıldı. Bilgi en önemli üretim faktörü haline geldi. Saklandığı ve gizlendiği oranda değer kazandı. İçine girilen yeni dönemde bilgi en önemli kâr kaynağına dönüştü. Bilginin kâr kaynağı olma özelliği, gizli kalmasına bağlı olarak şekillendi. Bilgiye sahip olan sermaye açısından satılabilir olan şey onun ürünleri ve sonuçlarıydı. Yoksa kendisi değildi. Bu ise iletişim teknolojisindeki bütün gelişmelere rağmen yaşanan süreçte bilginin herkes tarafından ulaşılabilir, kullanılabilir, hatta üretilebilir olması değil, tam tersine gizli kalmasını, toplumun çok az kesiminin bilgiye ve onun getirdiği ekonomik, siyasi, toplumsal egemenliğe sahip olmasını, geri kalan büyük çoğunluğun ise bu olanaklardan yoksun bırakılmasını gerektirdi.

2- Yeni teknolojiler kullanılmaya başlandı. Biogenetik, nanoteknoloji ve bilişim teknolojisi üretim sürecine sokuldu. Özellikle mikro elektronikteki “devrim” niteliğindeki gelişmeler önem taşıdı.

3- Otomasyon yaygınlaştırıldı.

4- Radikal özelleştirmelere gidildi. Kamu İktisadi Teşekkülleri ya da kamu yatırımları tasfiye edildi. Devletin sosyal yönünün özelleştirilmesi ve metalaştırılmasına bağlı bir şekilde, devlet salt “gece bekçisine” dönüştürüldü. Eğitim, altyapı sektörleri, sağlık doğrudan kârlılık esasına göre yeniden düzenlendi.

5- Stoksuz üretime geçildi.

6- Esnek üretim modelleri yaygınlaştı. Üretim parçalandı. Enformelleşme, taşeronlaştırma ve fason üretim genişledi.

İşçi sınıfının yapısındaki değişim

Kapitalizmin yeniden yapılanma süreci, sınıflar mücadelesinde yeni bir tarihsel momenti simgeledi. Bu süreç bir yanıyla da sınıfın yeniden yapılanması süreci olarak işledi. Sınıfsal antagonizma kendini dışa vuruyordu.

1970’lerden sonra üretim yapısındaki değişime bağlı olarak, işçi sınıfının yapısında da farklılaşmalar yaşandı. 1970’lere kadar bütün dünyada büyük ölçekli işletmeler hakimdi. Binlerce işçi bir arada çalışıyor, bir ürünün tasarımından, nihai aşamasına kadar üretim aynı mekanda gerçekleştiriliyordu. Bu üretim yapısı sınıfı homojenleşmesini sağlayacak özellikler taşıyordu.

Üretimin dünya çapında parçalanması, üretimin emek-yoğun veya teknoloji-yoğun oluşuna bağlı olarak ülkeden ülkeye farklılıklar göstermesi, uluslararası yeni iş bölümünü beraberinde getirdi.

Özellikle teknolojik gelişmeler sonucu işletme ölçeği küçüldü. Ayrıca bir yandan yeni teknolojinin gerektirdiği bilgi birikimine sahip, yeni teknolojilere dayanan üretim araç ve gereçlerini kullanan, birden fazla becerisi olan nitelikli emek, öte yandan yeni teknolojilerin uygulanmasıyla birlikte gittikçe daha mekanik bir özellik taşıyan niteliksiz emek ya da vasıfsız kol emeği ayrımı gelişti. Geçmişin fordist fabrikasında benzer niteliklere, yaşam tarzına ve taleplere sahip olan görece homojen işçi kitlesinin yerine, bugün nitelik, ücret, yaşam düzeyi, alışkanlıkları, beklentileri ve talepleri açısından farklılaşmış bir işçi kitlesiyle karşı karşıyayız.

İşçi sınıfının içyapısındaki heterojenleşme diye tanımlanabilecek bu süreç kendini çekirdek işgücü ve çevre işgücü olarak dışa vurdu. Çekirdek işgücü (nitelikli emek) özellikle metropollerde hızlı bir değişim yaşadı. Metropol ülkelerde önceleri imalat sanayindeki işçiler bu özelliğe sahipken, bugün için ağırlıkları azaldı. Çekirdek işgücü giderek bilgisayar, haberleşme, uzay teknolojisi gibi teknoloji üretimi yapan sektörlerde yoğunlaştı. Bu gelişmeler aynı zamanda işçi sınıfının kapsamını genişletici ve beyin emeğini proleterleştirici bir sürecin önünü açtı. Çekirdek işgücü ilk dönemlerde yüksek ücret alırken ve belirli oranda rahat imkanlara ve kısmi iş güvencesine sahipken, özellikle Doğu Asya krizinden sonra bu özelliklerini hızla kaybetmektedir. İşsizliğin anaforu bu kesimi de içine çekmiştir. Madalyonun bir yüzünü çekirdek işgücü oluştururken, öbür yüzünü yine üretim yapısındaki değişime bağlı olarak niceliksel oranı muazzam derecede artan, olağanüstü zor koşullarda çalışan, her geçen gün hak kaybına uğrayan çevre işgücü oluşturdu.

Çevre işgücünün en karakteristik özelliği kendi içindeki yoğun heterojenliğidir. Bu işgücü ağırlıkla atölye ya da küçük ölçekli fabrikalarda sürekli hizmet akdine sahip olmadan çalışıyor. Bu yönleriyle geçmişte aynı mekanda emeklilik yaşına kadar çalışabilen işçi kuşağından farklı olarak, hiçbir sosyal ve ekonomik güvencesi olmayan ve uzun çalışma saatlerinde iş gören, işletmeye geçici sözleşmelerle bağlı, uygulanan ayrımcı politikalar sonucu birbirleriyle ortak duruş noktalarında kaymaların görüldüğü, hatta bazen aralarında çelişkilerin yaşanabildiği bir işçi profili var (3). Bu durum işgücü kitlesi açısından bir niteliksizleşmeydi. Çevre işgücü part-time, parça başı çalışma, götürü çalışma, geçici statüde çalışma gibi işgücü türleriyle kendini gösterdi. İstihdamın gettolaşması sonucu kolektif mücadele biçimlerinde gerilemeler yaşandı. Çevre işgücü içinde kadın, genç işçi hatta çocuk işçilerin sayısı dünya çapında arttı.

Taşeronlaşmanın yaygınlaşması çevre işgücünü arttıran başlıca unsur oldu. Taşeronlaşma üretimin parçalanmasına ve emeğin düşük maliyette kullanılmasına olanak sağladı. Taşeron işçileri çoğunlukla güvencesiz istihdam edildi.

Post-fordist fabrikalar diye de tanımlayabileceğimiz organize sanayi bölgelerinin hızla çoğalması dikkat çekti. Bu bölgeler yeni işçi havzaları olarak öne çıktı. Onlarca sektörün bulunduğu, binlerce işçinin küçük atölyelerde ya da sitelerde çalıştığı organize sanayi bölgeleri, çevre işgücünün ana havzalarına dönüştü. Vahşi kapitalizm koşullarının hakim olduğu bu alanlarda, sigorta ve sendika hakkının şiddetle engellenmesi ve güvencesiz işçilerin yoğunluğu genel bir durum olarak kendini gösterdi. Bu duruma istihdamın gettolaşması adı verildi.

Geçmişin klasik hizmet sektörleri (eğitim, sağlık, ulaşım vb.) ağırlıkla devlet eliyle yürütülen kamu hizmetleri olarak görülmekteydi. Şimdi bir taraftan bu kamu hizmetleri niteliğindeki sektörler, giderek sermayenin kâr anlayışına bağlı olarak yeniden düzenlenirken, esas olarak finansman, reklam, tasarım, yönetim ve koordinasyon gibi alanlarda doğrudan özel sektörle ilişkili ve nitelik olarak farklı bir hizmet sektörü kavramı gelişti.

Yeni teknolojilerin sanayiye uygulanmasının en çarpıcı sonuçlarından birisi de, kapitalizme zaten içkin olan yapısal işsizliğin tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması oldu.

Sınıfın organik parçası olan işsizler, sınıfın yeniden yapılanma sürecinde asla ihmal edilmemesi gereken bir kesimi olarak öne çıktı. Arjantin’de 2001 krizinden sonra Barikatçılar olarak anılan İşsiz İşçiler Hareketi’nin geliştirdiği pratikler ve sınıf mücadelesine yeni katkıları işsizlerin muazzam gücünü ortaya çıkardı. Marx’ın dediği gibi “ emekçi kendisini sermayeye satmadan da sermayeye aittir”. Bunun anlamı işgücü yalnızca fiili üretim sürecinde var olan meta değil, onun dışında da bir metadır. İşgücünü satışa çıkarmış herkes, alıcı bulup bulamadığı hiç önemli olmadan doğrudan işçi sınıfı içinde yer alır. Bu anlamda ücretli emeği direkt olarak ilgilendiren işsizlik, kapitalizmin kendisinin örgütlediği bir yedek işgücü ordusudur.

Üretim ve emek sürecinin faklılaşması, hem emeğin kendi içinde bölünmesini, hem de sınıf içi farklılaşmayı derinleştirdi.

İşçi sınıfının yapısındaki bir dizi değişikleri kısaca şöyle tanımlayabiliriz:

1- İşçi sınıfının kapsamında olağanüstü bir genişleme yaşandı. Ama sınıfın organik birliği parçalandı. Atomizasyonu arttı. Heterojenleşme süreci derinleşti. Bir başka ifadeyle tarihin en büyük proleterleşme sürecine girildi. Ne var ki paradoksi bir şekilde sınıfın amorfe oluş süresi de hızlandı.

2-Hizmet sektörünün önemi artmaya başladı. Sektör geleneksel özelliklerinin yanında yeni özellikler kazandı. Ayrıca bilişim sektörü gelişti.

3-Bilginin metalaşmasına bağlı olarak beyin işgücünün proleterleşmesi yoğunlaştı.

4-Enformel sektör yaygınlaştı. Olağanüstü gelişti.

Üretim sürecindeki değişiklikleri özetle toparlayacak olursak:

1-Esnek uzmanlaşmaya dayalı merkezsiz, küçük üretim yaygınlaştı.

2-Değişken ve akışkan tüketici talebine karşı çok hassas ve esnek bir sistem devreye sokuldu.

3-Tek ürünün baştan sona üretildiği fabrikalar kapanmaya başladı.

4-Organize sanayi bölgeleri yaygınlaştı. Ana (merkez) fabrikaların ihtiyacı olan ürünler ağırlıkla bu alanlarda üretilmeye başlandı.

5-İmalat sektörünün yanında bilgisayar, iletişim, enformasyon gibi yeni hizmet ve teknoloji alanları açıldı.

6-Özellikle mikro elektronikteki muazzam gelişmeler sanayide ve hizmet sektöründe kullanılan canlı emeğin üretim gücünü olağanüstü yükseltti.

Bütün bu gelişmeler sınıfın temelde üçlü bir tarzda şekillenmesine yol açtı. Bunu iç içe geçmiş dairelerle (çemberlerle) anlatabiliriz. Büyük dairenin (çemberin) içindeki küçük dairede teknisyen ve mühendis formasyonundaki çekirdek işgücü yer aldı. Vasıflı ve kalifiye özellikleri olan bu kesim kısmi düzeyde iş güvencesine sahiptir. Büyük daireyi ise çevre işgücü meydana getirdi. Çevre işgücüne Mc Donald’s işçisi adı da verildi. Vahşi bir sömürüye maruz kalan bu işçi, kalifiye bir özellik taşımıyor ve sınıfın ana gövdesini oluşturuyor. Halkanın dışında ise yine sayı olarak tarihin en üst noktasına ulaşmış işsizler bulunuyor. Çevre işgücünün en dikkat çekici özelliği son derece katmanlı bir yapıya sahip olmasıdır. Ayrıca çevre işgücü standart olmayan istihdam biçimlerinde, ya kısmi zamanlı, geçici, mevsimlik ya da evde çalışan bir tarzda yer alıyor. İstihdamın dağınık yapısı sınıfın kolektif düşünme ve davranma özelliklerini aşındırdığı gibi, sınıf bilincinin mayalanmasını da engelleyici bir rol oynuyor. Bu durum sermayeye önemli olanaklar sağladı ve işgücünün genel yapısını bu noktaya getirmek yönünde politikalar geliştirmesine neden oldu. Artık işçi sınıfı; işsizler, güvencesizler, sokak işçileri, sendikalı işçiler, marjinal sektörlerde çalışanlar, beyin işgücünün proleterleşmesine bağlı kafa-entelektüel işçilerden oluşmuş katmanlı bir yapı olarak karşımızdadır.

Kısaca işçi sınıfının kapsamı muazzam derecede gelişti. Tarihin en büyük proleterleşme dalgası küresel düzeyde yayıldı. Ne var ki sınıfın kapsamındaki bu gelişmeye karşın, sınıfın organik birliği dağıldı ve giderek heterojenleşti. Bunun temel nedenlerinden biri işçi sınıfının sistematik bir karşı devrimci program olan neo-liberalizmin şiddetli saldırılarına maruz kalmasıydı (4). Stratejik nitelikteki bu saldırı sınıfın her düzeydeki örgütlülüğünü dağıtmayı hedefledi. Bilinç ve kimliğinde önemli kırılmalar ve deformasyonlar yarattı. Kolektif davranma, düşünme ve hareket etme yeteneklerini zafiyete uğrattı. Şekilsizleştirdi, atomize etti ve iç farklılaşmasını derinleştirdi.

Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel profili

Türkiye’de neo-liberal karşı devrimci saldırılar, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra hayat geçti. Faşist diktatörlük büyük bir şiddet dalgasıyla başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm toplumsal güçleri dağıttı ve parçaladı. Ancak bu aşamadan sonra neo-liberal politikalar uygulanabildi.

Bu gelişmeler uluslararası düzeyde kapitalizmin yeniden yapılanma süreciyle bağlantılıydı. 12 Eylül askeri darbesi açık zor işlevi gördü, neo-liberal karşı devrimci politikalar ekonomik zor ve ya da ekonomik faşizm olarak devreye sokuldu.

Türkiye işçi sınıfı darbenin yarattığı ağır yıkımı 1989 Bahar Eylemleri adı verilen, aylarca süren işçi-kitle eylemleriyle, 1991 Madenci Yürüyüşü diye adlandırılan bir kentin ayağa kalkması ve başkente yürümesiyle ya da kamu emekçilerinin 1990’ları ortasında aktif ve kitlesel bir güç olarak devreye girmesiyle aşmaya çalıştı. Yer yer son derece anlamlı ve iz bırakan kitle eylemleri, direnişler ve grevler gerçekleştirdi. Ama darbenin ve radikal neo-liberal politikaların sarsıcı etkilerini ve yarattığı paralizasyonu aşamadı.

Neo-liberal politikaların son derece konsantre hayat geçirilmesi üç düzeyde yıkıcı etkiler yarattı.

Neo-liberal politikaların salt bir ekonomik boyut olarak algılanması hem kitleler nezdinde, hem de devrimci güçler arasında farklı yanılsamaları beraberinde getirdi. Oysa ki neo-liberal politikalar sistematik, çok boyutlu ve konsantre bir karşı devrim programıydı. Sadece ekonomik değil, ideolojik ve kültürel boyutları vardı. Hatta ideolojik ve kültürel boyutları anlaşılmadan ne ekonomik boyutu anlamak ne de mücadele etmek çok olanaklı değildi.

Önce ideolojik bombardımanlarla kitlelerin refleksleri, düşünme biçimleri değiştirildi. Tam bir toplum mühendisliği programı dahilinde kitleler içinde tarihsel kökleri olan paylaşma ve dayanışma ilişkileri tarumar edildi. Kâr ve rekabet duyguları körüklendi. Devletin ideolojik aygıtları “yeni” bir devlet-toplum-birey ilişkisi yaratmak için gündelik hayatı yeniden kurdu. Anlam ve mana dünyaları değiştirildi. Gerçeğin anlamını kaybetmesi için çeşitli düzeylerde falsifikasyonlar yapıldı. Kısaca önce yeni fetih alanı olan insan beyni ele geçirildi. Beyinlerin felç olması, bloke olması yönünde sistematik operasyonlar gerçekleştirildi. Moral değerler dejenere edildi. Yerine fatalizm ve pesimizm ikame edildi. Bu ideolojik operasyonları kültürel boyutta gerçekleştirilen operasyonlar izledi. Toplumun Mc Donalds’laşması, tek tipleşmesi ya da üniform bir toplum haline getirilmesi yönünde düzenlemeler yapıldı. Tüketim terörü körüklendi. Her şey hedonizm içindi… Tüketmek başlı başına bir varoluş olarak sunuldu. Tekno-ideolojik bombardımanlar sonucu beyinleri felç edilen toplum, kültürel operasyonlarla suç ortağı haline getirildi. İşte bu aşamadan sonra ekonomik boyut devreye sokuldu. Ekonomik Darvinizm şeklinde uygulanan ekonomik politikalar hızlı bir tekelleşme ve radikal özelleştirmeler şeklinde kendini dışa vurdu.

Neo-liberal politikaların bu boyutları yeterince kavranmadığından, sistematik karşı devrimci süreç, salt ekonomik ayağıyla hatta bu ayağın sonucu olan özelleştirmeler olarak algılandı. Ve mücadele, özelleştirmelere karşı yürütülen başından lokalize olmaya mahkum çabalarla sınırlı kaldı.

Türkiye’de neo-liberal politikalar iki dönemde hayata geçirildi. 1980’li yılların ortasından 2000’li yıllara kadar yürütülen politikalar birinci dönemi kapsadı. Bu süreç bir altyapı çalışması oldu. Bir yandan sermayenin transformasyonu yönünde adımlar atıldı, öte yandan emeğin örgütlülüğünün bütünüyle dağıtılması hedeflendi. Bu yönde de önemli başarılar sağlandı. Asıl olarak 1980’lerin ortalarında finans kapitalin yol haritası olan Washington konsensüsü doğrultusundaki adımlar bu zeminler üzerinden gerçekleştirildi. İkinci dönem neo-liberal politikalarla telekomünikasyonun, bankaların ve finans sektörünün ve ekonominin sinir noktaları olan KİT’lerin özelleştirilmesi ve uluslararası piyasaya açılması gerçekleştirildi.

Yaşanan bu süreç 2006 resmi verilerine göre şöyle bir tablo ortaya çıkardı. Bugün Türkiye’de 13 milyona yakın işçi bulunuyor. 6 milyon açık ve sayılamayan işsiz var. Yani mülksüzlerin (işi olan ve işi olmayan işçilerin) toplamı 19 milyon. Neredeyse her 2 çalışan ücretliye 1 işsiz düşüyor. Ücretlilerin her 3 kişiden 2’si özel sektörde çalışıyor. Bu 13 milyon ücretlinin 2 milyona yakını devlet memuru. Kamu emekçilerinin aşağı yukarı 700-800 bini grev-toplusözleşme hakkı olmayan dernek niteliğindeki sendikalara üye. Toplam işçilerin (kamu ve özel sektörde çalışanların) 500 bini işçi sendikalarına üye. Sendikal alana bürokratizm ve korparatist ilişkiler hakim. Türkiye’de ücretiyle geçinenlerin % 65’i ise güvencesiz. Toparlayacak olursak, sınıfın % 5’i sendikalı, % 95’inin ise hiçbir örgütlülüğü bulunmuyor.

Tablo bu derece ağır. Yani işçi sınıfı şiddetli derecede örgütsüz, dağınık, şekilsiz, atomize olmuş ve katmanlaşmış durumda. Küresel düzeyde yaşanan sınıfın yapısındaki değişim ve farklılaşmalar Türkiye’ye de yansımış durumda. Türkiye kapitalizminin düzeyi küresel boyutta yaşananları yansıtacak içerikte.

Türkiye işçi sınıfının yoğunluğunu çevre işgücü oluşturuyor. Kendi içinde katmanlı bir yapıya sahip bu işgücü, sendikalı işçiler, güvencesiz işçiler, sokak işçileri, marjinal sektörde çalışanlar olarak ayrılıyor.

Faşist diktatörlüğün sürekli şiddetine maruz kalmak, bu bir anlamda karşı devrimin sürekliliği demekti, sınıfta felç edici etkilere yol açtı. Ayrıca neo-liberal politikaların yıkıcı sonuçlarını yaşayan işçi sınıfı, bilinç ve kimliğinde yoğun deformasyon yaşadı. Refleksleri köreldi, karakter aşınmasına uğradı. Sınıfsal duruşunu kaybetti. Olaylara, olgulara sınıfsal kimliğiyle değil, alt kimliğiyle (etnik, dini, mezhebi, milli vb.) bakmaya başladı. Bu durum sermayenin sınıfı kolayca manipüle etmesi ve sınıf içinde milliyetçi, şoven eğilimlerin bir düzeyde etkili olmasını sağladı.

Sınıf bu süreç içinde Marx’ın 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları’nda belirttiği gibi insanın şeyleşmesi ve değersizleşmesi ve her şeyiyle kârın hizmetine sunulmasını yaşadı. Yani sınıf konsantre bir yabancılaşma sürecine girdi. Son derece rafine bir şekilde değersizleştirilme operasyonlarına tabi tutuldu. Sınıf böylece özgüvenini kaybetti, yıkıcı gücü aşındı, moral değerleri çöktü.

Kendini hiç, manasız, değersiz hisseden işçi yığınlarına, cemaatleşme dayatıldı. Siyasal İslam’ın iktidarda olduğu Türkiye’de sınıfın cemaatleşmesi yönünde organizasyonlara girişildi. Sınıf sadaka toplumunun parçası haline getirilerek, bir muhtaçlar yığınına dönüştürülmek istendi. Hedeflenen sınıfın ıslah olması, terbiye edilmesi ve ehlileştirilmesiydi.

Fakat bu süreç sınıflar mücadelesinin yaratıcı ve yenilenmeci dinamikleriyle aşılmaya çalışıldı. İkinci dönem neo-liberal yıkım politikaları karşısında uzun süre sessiz kalan işçi sınıfı 2007’de ayağa kalktı. İlk gelişme Ermeni kökenli gazeteci Hrant Dink’in faşist katiller tarafından öldürülmesi üzerine gerçekleşen olağanüstü cenaze töreni oldu. 100 binlerin katıldığı cenaze tam anlamıyla kendiliğindenci bir kitle gösterisiydi. Ve kendiliğindenci bir hareketin tüm muhteşemliğini ve zaaflarını içinde taşıdı. Ama her şeyden önce resmi ideolojiye karşı net bir karşı duruştu. Ayrıca kitlelere kapatılmış 1 Mayıs alanı, İstanbul Taksim meydanı fiilen kitleler tarafından işgal edildi. Bu gelişme ilk adımdı. 1 Mayıs 2007, 1977’de CIA ve kontrgerilla güçleri tarafından gerçekleştirilen ve 34 emekçinin öldürüldüğü 1 Mayıs katliamının 30’uncu yıldönümüydü. Ve 30 yıldan beri bu alan işçilere ve emekçilere yasak edilmişti. Bu yasak bir nevi sermayenin işçi sınıfına yönelik baskı ve tahakkümünün simgesiydi. Öncü işçiler ve devrimciler 2007 1 Mayıs’ının hedefini Taksim olarak işaretledi ve devletin her türlü baskı ve şiddetine karşı Taksim Meydanı özgürleştirildi. Arkasından Hava-İş Sendikası’nın toplusözleşme sürecinde hak ihlallerine karşı greve çıkma ısrarını sürdürmesi önemli bir gelişme oldu. Siyasal iktidarın ve sermayenin grevi vatan hainliğiyle özdeş tutmasına rağmen hava yolları işçileri grev kararını sürdürdü. Sonunda sermaye geri çekilmek zorunda kaldı.

Bu birikimler Telekom grevini tetikledi. 26 bin Telekom işçisi 44 gün greve çıktı. Telekom işçileri anti-sendikal politikalara, hak kayıplarına, sendikalarının tasfiye edilmesi girişimine karşı 44 gün direndi. Telekom grevi, sınıf hareketinde son yılların en önemli atağı oldu. Sınıfa moral ve muktedir olma gücü verdi. Sınıfsal antagonizma bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Aynı dönemde Yunanistan, Almanya, Fransa, Macaristan, İsrail, Mısır, Güney Afrika’da yaşanan işçi eylemleri, grevleri ve direnişleri sınıf hareketine güç kattı. Sosyal yıkım politikalarına, hak gasplarına karşı gerçekleşen bu eylemler işçi sınıfının özgüven duygusunu pekiştirdi.

Neo-liberal politikaların en yıkıcı sonuçlarından biri olan sağlığın özelleştirilmesi ve emeklilik hakkının gaspı yönündeki yasaya, SSGSS’ye karşı mücadelede bu aylarda hem yerel, hem de ulusal düzeyde gelişti. Yunanistan’daki aynı mahiyetteki yasaya karşı gerçekleşen birer günlük grevler hayranlıkla izlendi.

Sosyal yıkım yasasına karşı 14 Mart 2008’de işçi sınıfı son derece sarsıcı bir eylem gerçekleştirdi. Tahmini rakamlara göre 2 milyon işçi eylemlere katıldı. 14 Mart eylemi son 28 yıllık neo-liberal politikalara karşı işçi sınıfın gerçekleştirdiği en güçlü eylem oldu. Sermaye ve siyasal iktidar sınıfın kolektif ayağa kalkışını, yanına bürokratik ve korparatist nitelikteki konfederasyonları alarak kırmaya çalıştı. Ama sınıf hareketi 1 Nisan ve 6 Nisan kitlesel eylemleriyle bu manevrayı aştı. Özellikle 2008 1 Mayıs’ı sınıfın ve devrimcilerin sermaye ve devlete karşı bir irade savaşını gösterdi. Tarihsel 1 Mayıs alanı olan Taksim Meydanı yasaklanmasına rağmen 10 binlerce işçi alana girmeye çalıştı. 1 Mayıs 2008 siyasal İslamcı parti AKP’nin (% 47 oyla 22 Temmuz 2007’de yeniden iktidara gelmişti) kitleler üzerinde yarattığı kolektif halüsinasyonun aşılmasını sağladı. AKP’nin işçi düşmanı yüzünü net olarak ortaya koydu. 1 Mayıs 2008’de binlerce işçi ve devrimci gözaltına alındı. 100’lercesi yaralandı. İstanbul’da fiili bir sıkıyönetim ilan edildi.

2008-2009 Türkiye işçi sınıfı açısından bir momentum olma özelliği taşıyor. Telekom grevi, 14 Mart eylemi ve 2008 1 Mayıs’ıyla toparlanan, moral kazanan işçi sınıfı sermayenin yeni sosyal yıkım saldırılarıyla karşı karşıya. Özellikle 1929 Dünya Ekonomik Krizi düzeyinde olduğu tartışılan, kapitalizmin krizinin yalnızca bir finansal kriz değil, yapısal bir kriz özelliği taşıması ve bunun Türkiye’ye yansıması sarsıcı ve altüst edici sonuçlar yaratabilir. Türkiye ekonomisinin ana kolonlarının bazılarının yıkılması (unutulmasın kriz anları kapitalistlerin kapitalistleri mülksüzleştirme dönemleridir) birçok iç gerilimin yaşandığı ülkede bir pogrom ortamı doğurabilir. Her kriz anı devrimci imkanların doğduğu anlar olduğu gibi, karşı devrimci gelişmelerin yaşandığı ve kapitalizmin kendini yenilediği dönemleri de ifade eder. Çarlık Rusya’sında çarlığın her krize girdiği dönemde Yahudi pogromlarına girişmesi boşuna değildir. Böylece kitleleri mobilize eden çarlık, rahat nefes alabilmektedir. Türkiye’de de etnik dini ve mezhebi polarizasyonların varlığından dolayı benzer gelişmeler yaşanabilir. Bugün aynı coğrafi bölgede olduğumuz Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da emperyalist politikaların mikro dincilik ve mikro milliyetçilik üzerinden yürütülmesi boşuna değildir. Toplumların tarihsel iç gerilimlerini ve etnik, dini, mezhebi özelliklerini paralize etmeye çalışan emperyalist-kapitalist sistem bunun üzerinden kapitalist stabilizasyon yaratmayı hedefliyor. Yugoslavya’nın emperyalist güçlerin bir av sahasına dönüştürülmesi ve bugünkü kanton devletlere bölünmesi yakın tarihin önemli operasyonudur. Bugün Ortadoğu bir Balkanlaşma sürecine girmiş durumdadır. Bu süreç bir yanıyla da mikro dincilik ve mikro milliyetçilik esaslı kanton devletler ya da mikro devletler yaratılması sürecidir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti iki temel yönelim içinde. Ilımlı İslam politikalarıyla Büyük Ortadoğu Projesi’ne angaje olan TC, Çin çalışma rejimi düzenlemeleriyle de Avrupa Birliği’ne entegre olmaya çalışıyor. Bu iki ana yönelim neo-Osmanlıcılıkla kesişiyor. Neo-Osmanlıcılık, devletin resmi ideolojisi haline getirilmiş durumda. T.C.’nin ılımlı İslam politikalarıyla BOP’a angaje olması özünde emperyalizmin taşeronluğuna sıvanma ve agresyon politikalarıdır. Hızlı bir militarize oluş sürecidir. Çin çalışma rejimiyse AB’nin ucuz emek cenneti olmaktır. Çin çalışma rejimi özünde “beleş” ücret ve kölece çalışmaya dayanıyor. Dışarıda agresyon politikaları izleyen TC, içerde bir yandan Çin çalışma rejimini inşa ederken, öte yandan şiddetli bir gericiliğin de zeminini örüyor. Sınıfın tüm direnç noktalarını kırmayı, tarihsel kazanımlarını (grev ve toplusözleşme düzenini, asgari ücret sistemini, bir işsizlik güvencesi mahiyetindeki kıdem ve ihbar tazminatını vb. hakları) gasp etmeyi amaçlıyor.

Bunun için sınıfın sadaka toplumunun parçası haline getirilerek itaatkarlaşması, rıza göstermesi yönünde düzenlemelere gidiliyor. İşçi sınıfının ülkede olası etnik, dini, milli çatışkılara taraf olması ve atomize edilmesi amaçlanıyor.

Türkiye’de olası bu gelişmeler sınıfsal antagonizmayı perdeleyici içeriktedir. İşçi hareketinin bu süreci kavrayacak ve değiştirecek donanımda olması tarihsel bir görevdir.

Sınıfın organik birliğinin dağılması, katmanlaşması ve amorfe oluşu bu tarihsel görev konusunda zafiyetlere neden oluyor.

Bugün ancak sınıf hareketinin yeniden yapılanmasıyla bu süreç aşılabilir. Sorun bu bağlamda salt bir sendikal kriz sorunu değildir. Sendikal kriz, yaşanan çok boyutlu ve vektörlü problemlerin yalnızca biridir, hatta sonucudur. Asıl sorun son 30 yıllık süreçte kapitalizmin geçirdiği transformasyona bağlı sınıf içindeki değişimleri yakalamaktır. Yani bir yandan sınıfın organik birliğini sağlarken, öte yandan onun yıkıcı gücünü açığa çıkarmaktır.

Sınıf hareketinin yeniden yapılanması yazının ileriki bölümlerde içeriği açılacak taban örgütlenmelerinin yaratılmasıyla olanaklıdır.

Türkiye işçi sınıfının önünde iki seçenek var: Ya örgütsüz hiç olacak ya da örgütlü her şey olacaktır… Her şey olmanın kıstası sınıfın her kesimini şekillendirecek, ona güven ve mücadele azmi kazandıracak taban örgütlenmelerinin yaratılmasıdır. Taban örgütlenmeleri sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesinin katalizörüdür. Sınıfın yeniden yapılanmasının temel örgütlenme biçimidir.

Uluslararası işçi hareketinin önündeki görevler

Dünyada bugün muazzam boyutta bir proleterleşme dalgası yaşansa da, işçi sınıfının organik birliği yok. Şiddetli katmanlaşma ve iç farklılaşma yaşıyor. Ve heterojenleşme süreci derinleşmiş durumda. İşçi sınıfı neo-liberal saldırılar sonucu bilinç ve kimliğinde ciddi erozyon yaşıyor, sistematik yabancılaşma ve değersizleştirme politikalarına maruz kalıyor, üst kimliği olan işçi kimliğinin oturmamasından dolayı metropollerde rasizm ve neo-faşizmin, periferide ise dinsel gericiliğin ve şovenizmin anaforuna sürüklenme riskiyle karşı karşıya.

Sınıfın genel profilinin çekirdek, çevre işgücü ve işsizler olarak şekillendiğini belirtmiştik. Özellikle çevre işgücü küresel düzeyde son derece hızlı gelişti. Çevre işgücünün karakterinden dolayı kalifiye nitelikleri içinde taşımaması kolayca işsiz yığınları içinde yer almasına yol açtığı gibi işsizler de çevre işgücüne kolayca dönüşebilmekte. Şimdi karşımızda fordist fabrika da çalışan; ortak duygu, refleks ve düşünüş tarzı olan ve belirli müdahaleyle kitlesel harekete geçen bir kimlik yok. Parçalı, atomize, şekilsiz bir işçi profili var. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerinin çalışma yerleri, şartları, talepleri ve yönelimleri, duygu ve düşünüşleri ve reflekslerinin farklılığı sorunları derinleştiriyor.

Hızlı mülksüzleşmenin yarattığı proleterleşme süreci, proleter kuşaklar arasındaki kopukluk, genç işçilerin, kadın ve çocuk işçilerin çalışma yaşamında hızla yer alması, patriarkal ilişkilerin hakimiyeti, örgütlenmede yaşanan zorluklar, sistemin ideolojik manipülasyonları ve hegemonyası, zorun sistematik uygulanması sınıfın heterojenleşme sürecini hızlandırdı.

Sınıf hareketinin genelinde görülen çok parçalılık, dağınıklık ve şekilsizlik komünist hareketin uluslararası düzeyde yaşadığı problemlerle yoğunlaştı.

Bugün bazı istisnalar dışında uluslararası işçi hareketi yapısal problemler yaşıyor.

21. yüzyılın sınıfsal antagonizmasını yarattığı sınıfın yeniden yapılanma sorunu, bir anlamda 21. yüzyılda komünizmin inşa probleminin cevabı niteliğini taşıyor. Yaşanan problemi bu anlamda palyatif çözümlerle ya da aynı anlama gelecek klasik sendikal müdahalelerle çözmek mümkün değil. Çünkü sınıf hareketinin yeniden yapılanmasından bahsediyorsak, bu komünist hareketin de yeniden yapılanması anlamına gelmektedir.

O zaman öyle bir şey yapmalıyız ki hem bir taraftan sınıfın organik birliğini yaratalım, hem de sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaralım. Bu anlamda uluslararası sınıf hareketinin yaşadığı temel problem olan ve neo-liberal politikaların da her ülkede odaklandığı sınıf kimliği ve bilincinin deformasyonunu aşmak, önümüzdeki en acil görevdir.

Bilinçteki kırılma ve kimlikteki dejenerasyonun yarattığı en önemli problem, sınıfın eylem gücü ve örgütlenme kapasitesinin zayıflamasıdır. Kısaca bugün dönemsel ya da devrevi yükselişlerin dışında, sınıf hareketi eylem gücü ve örgütlenme kapasitesinde zafiyetler yaşıyor. Gözden kaçan şudur; sınıf kimliği ve bilincinde deformasyon varsa, bu sınıfın örgütlenme ve eylem gücüne de yansır. Sınıfın örgütlenme ve eylem kapasitesi zayıflar. Özce bilinç ve kimlik ile eylem ve örgütlenme arasında diyalektik bir sarmal vardır. Sınıf bilincinin gelişmesi, kimliği geliştirir, bilinç ve kimlikteki şekillenme, eylem gücü ve örgütlenme kapasitesine yansır. Ya da sınıfın eylem ve örgütlenme gücünün gelişkinliği bir başka boyutta kimliğin ve bilincin gelişkinliğinin ifadesidir.

Önümüzdeki temel problem sınıf kimliği ve bilincini yeniden inşa etmektir. Bu inşa süreci sınıfın eylem ve örgütlenme kapasitesinin açığa çıkma sürecidir.

İkinci olarak sınıfın yaşadığı konsantre yabancılaşma sürecine ve nesneleştirilme operasyonlarına karşı, sınıfın onurunu savunmak, muktedir olma gücünü açığa çıkarmak ve özgüvenini yeniden inşa etmek gerekir. Bu da ancak sınıfın 24 saatine müdahale edilmesiyle, gündelik hayatın her boyutunun örgütlenmesiyle ve alternatif toplumsal ilişkilerin yaratılabilmesiyle mümkündür.

Bütün bu çabaların asıl amacı kapitalizme karşı sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkarmaktır. Kapitalizmin nesneler yığını haline getirmeye çalıştığı sınıfı bir yıkıcı güce dönüştürmektir. Devrimcileştirmek ve birleşik siyasal gücünü yaratmaktır.

Taban örgütlenmelerinin devreye girdiği nokta da burasıdır. Çünkü taban örgütlenmeleri sınıfın atomize oluşuna, şekilsizliğine ve yaşadığı her düzeydeki deformasyona karşı “sıradan” bir işçinin devrimci potansiyelini açığa çıkarıp, onu kolektifleştirerek yıkıcı bir güç haline dönüştürür. Sınıfın hem öznel, hem nesnel şekillenmesini yaratır. Sınıfın her katmanı ve kesimi içinde kolayca kurulabilmesi, sınıfın kolektif iradesini yansıtması taban örgütlenmelerinin gücüdür.

Sınıflar mücadelesinin tarihi içinde ortaya çıkan taban örgütlenmeleri, sınıfın özörgütlenmesidir ve sınıflar mücadelesinin zenginliğinin ve yaratıcılığının ürünüdür. Son derece esnek yapısı ve kolay kurulabilme özelliği, sınıfın her kesiminin hızla şekillenmesine yol açacaktır.

Taban örgütlenmeleri sendikalı işçiler arasında sendikal bürokrasiye karşı komiteler ya da grev ve toplusözleşme dönemlerinde sınıfın kolektif iradesini yansıtan grev komiteleri ya da toplusözleşme komiteleri biçiminde ortaya çıkabilir. Güvencesiz işçiler arasında sendikalaşma ya da temel hakları geliştirme komitesi biçimi alabilir. Atölyelerde patrona karşı işçilerin kolektif gücünü açığa çıkaran atölye komitesi şeklinde örgütlenebilir. Birçok işyerinde hak alma ve hakları korumak için işyeri komitesi tarzında yapılanabilir. İşsizler içinde ise işsizlerin kolektif gücünü ve taleplerini ortaya çıkaran işsiz komiteleri şeklinde kendini dışa vurabilir.

Taban örgütlenmeleri her şeyden önce sınıfın kimliğini ve bilincini inşa eden yapılardır. Aynı zamanda mücadele örgütleridir.

Taban örgütlenmelerini kısaca açmamız gerekirse:

1- Taban örgütlenmeleri en başta bir mücadele örgütüdür. Mücadele sınıfın gerçek öğretmenidir. Taban örgütlenmeleri sınıfın yeni haklar alması, haklarını koruması ve geliştirmesi için mücadele eder.

2- Taban örgütlenmeleri sınıf bilincini ve kimliğini yeniden inşa eder. Sınıf bu örgütlenmeler aracılığıyla duruşunu, bakışını, düşünüşünü ve mücadele gücünü besler.

3- Taban örgütlenmeleri sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesini sağlar.

4- Taban örgütlenmeleri neo-liberal politikaların ve tüketim terörünün etkisiyle işçi sınıfının atomize oluşunu ve kültürel dejenerasyonunu engelleyerek, sınıf kardeşliğini örer. Sınıf kardeşliği sınıfın ontolojisidir. Sınıf kardeşliği sınıfın temel karakteri olan enternasyonali inşa eder. Sınıf taban örgütlenmeleri aracılığıyla enternasyonalizmi içselleştirir.

Bu genel belirlemelerin yanında taban örgütlenmelerinin temel işlevlerini şöyle tanımlayabiliriz:

1. Taban örgütlenmeleri en başta sınıfın birlik ruhunu inşa eder. Bugün sınıfın yaşadığı parçalanmışlık ve katmanlaşma, hatta farklılaşma taban örgütlenmeleri aracılığıyla aşılır. Sınıfın kapitalist sisteme karşı kolektif bir güç ve akıl olarak harekete geçmesinin tek kıstası mücadele birliğini yaratmasından geçer. Sınıfın birliği ancak onun örgütlü bir güç olmasıyla mümkündür. Taban örgütlenmeleri sınıfın bir bütün olarak kavrayan, sektör ayrılığını ve yasal sınırları aşan, sınıfın 24 saatini hedefleyen bir örgütlenme tarzıyla hareket eder. İşyerlerini baz alarak, sınıfın hem yaşam alanlarını, hem boş zamanını örgütlemeyi amaçlar. Bu çalışmaların bütünü özünde sınıfın devrimci ve yıkıcı gücünü açığa çıkarır. Çıkarmayı hedefler. Taban örgütlenmeleri sınıfın yaşadığı ideolojik bombardımanlara karşı, hegemonya kurar. Emek ve sermaye çelişkisinin odağı ve bu çelişkinin en yakıcı şekilde hissedildiği yerler olan işyerleri (en küçük atölyeden makro fabrikalara kadar), taban örgütlenmelerinin kurulduğu zeminlerdir. Buradan başlayan faaliyetin boyutları işçinin yaşam alanına (evine, mahallesine, derneğine, sokağına) uzanmalıdır. Ayrıca sınıfın boş zamanı örgütlenmek, alternatif toplumsal ilişkiler yaratmak anlamı taşımaktadır.

2. Taban örgütlenmelerinin en önemli işlevlerinden biri, sıradan bir işçinin yıkıcı ve yaratıcı gücünü açığa çıkarmasıdır. Sınıflar mücadelesi ve eylemin gücü tezgah başında, son derece edilgen, itaatkar bir işçiyi özne haline getirir. Onun ruhundaki isyanı ateşler. İşçiler üretim süreçlerindeki yerlerinden ve sınıfsal antagonizmadan dolayı potansiyel olarak ruhlarında isyan biriktirirler. Eylem ve mücadele sınıfı hem kolektif, hem de tek tek işçiler olarak şekillendirir. Ve ontolojisini yeniden kurar. Sıradan bir işçi kendi otonomisinin ve yıkıcı gücünün farkına varır, emek ve sermaye arasındaki tarafını ve safını daha sarih kavrar. O artık dünkü işçi değildir. Mücadele ve eylem onu yeniden yaratmış, bilinç onu şekillendirmiştir.

3. Taban örgütlenmeleri sınıfın muktedir olma, yapabilme gücünü açığa çıkarır. İşçi sınıfı yapabilme gücünün farkına varmasıyla, muazzam pratikler gerçekleştirir. Kapitalist sistemin temel politikası sınıfı nesneleştirmektir. Böylece sınıf bir yandan itaatkarlaştırılır, öte yandan sistemin yeniden üretilmesinin aracına dönüştürülür. Fakat sınıfın gerçekleştirdiği her pratik onu donandırır, ruhunu besler. Sınıf kendi öz deneyimleriyle özneleşir. Yani yapan, düşünen, müdahale eden bir kimliğe kavuşur. Yapabilme, gerçekleştirebilme gücünün farkına varan bir işçinin önünde hiçbir gücün durması mümkün değildir. Sınıfın muktedir olma gücü, onun devrimci karakterini besler ve açığa çıkarır.

4. Taban örgütlenmeleri sınıfın yaşadığı atomizasyonu aşmasını sağlar. Kapitalist sistem işçi sınıfını atomize ederek, birleşik bir güç olmasını engeller. Sistematik şiddet yanında ideolojik manipülasyonlar ve kültürel operasyonlarla, moral değerleri çökerterek tahakkümünü kurar. Atomize olan sınıf, kendini hiç ve anlamsız hisseder. Yaşadığı çok boyutlu ve çok vektörlü saldırılar karşısında siner, içe kapanır, giderek sinikleşir, rıza gösterir, “küçük adama” dönüşür, karakteri aşınır. Bu sınıfın çürüme sürecidir. Sınıfın bu kombine saldırıyı aşması kendinin hayatı yaratan bir güç olduğunu kavramasıyla mümkündür. İşçi sınıfı hayatı yarattığı gibi; genel grev, halk grevi, genel direniş eylemleriyle hayatı felç edebilir. Sistemi kilitleyebilir. İşçi sınıfı tek başına, bir su damlasına benzer. Aynen onun gibi aparı, tertemiz, zayıf ve güçsüzdür. Sahici bir korku olan işsiz kalmaktan korkar. Sermaye onu sistematik bir atomizasyona tabi tutarak her an kendini tek başına hissetmesini amaçlar. Ve çeşitli aygıtlarla (devletin ideolojik aygıtlarıyla) bu durumu pekiştirir. İşçinin kendini böyle hissetmesi zaten güçsüzlüğünü kabul etmesi ve içselleştirmesidir. Ama sınıfın gerçekleştirdiği kolektif eylemler, genel grevler, genel direnişler yani hayatı durdurma ve kilitlemeler bir sel olma halidir. Ve sel, milyonlarca su damlasının birleşmesinden meydana gelir. Su damlaları, yani işçiler birleşerek atomizasyonu aşar ve bir sel gücüne, yaratıcı yıkıcılığa ulaşır. Sınıfa örgütsüzse bir su damlacığı ve hiçbir şey olmadığı ama örgütlüyse bir sel ve her şey olabileceğini göstermek, anlatmak, kavratmak gerekir. Taban örgütlenmeleri sınıfa kendini anlatan örgütlenmelerdir. Çünkü sınıf kendi öz deneyimlerinden öğrenir ve kavrar.

5. Taban örgütlenmeleri sınıfa şunu gösterir: Onur, ekmekten önemlidir. Onurlu bir işçi zaten her zaman ekmeğini kazanacaktır.

Sermayenin sınıfa yönelik en ciddi saldırılarından biri onu değersizleştirmektir. Değersizleştirme, konsantre bir yabancılaştırma halidir. Sermaye sistematik değersizleştirme taktik ve operasyonlarıyla sınıfın kendini hiç, değersiz, manasız hissetmesine yol açar. Bunu bir yanıyla uyguladığı ekonomik terörle gerçekleştirir. Yani devletin resmi açıklaması olan açlık sınırının altında verdiği ücretle gösterir. Ayrıca iş saatlerinde mekanın düzenlenmesinden, atmosferine, iç ilişkilere kadar sınıfı duygusal ve ruhsal teröre tabi tutar. Sınıfı bir vidaya, makinenin parçasına, şeye, nesneye çevirir. Yabancılaşma, şeyleşme sürecini sistematik olarak derinleştirir.

Kendini değersiz, manasız ve hiç hisseden bir sınıfın devrimci bir kimliğe bürünmesi ve yıkıcı bir güce dönüşmesi mümkün değildir. Sermaye bunu bildiğinden son derece soğukkanlı bir şekilde, tam bir toplum mühendisliği pratiğiyle sınıfı etkisiz bir güce, itaatkar bir yığına dönüştürür. Rıza üretme mekanizmalarıyla yani okul, kışla, fabrika, hapishanelerle ve medya aracılığıyla sınıfı hem ruhsal, hem bedensel, hem de irade olarak esir alır. Felç eder, tabi kılar, itaatkarlaştırır. Bundan dolayı sınıfın değersizleştirilmesine yönelik her adım ve her operasyonun boşa çıkarılması yaşamsal önemdedir. Sınıfın onuru her şeyin üzerinde tutulmalıdır. Kısacası onur mücadelesi ekmek mücadelesinden çok önce gelmelidir. Sınıfın onurunun korunması, sınıf mücadelesinin ana eksenlerinden biri ve en önemlisi olmalıdır.

Taban örgütlenmeleri en başta sınıfa güç, moral ve onur aşılar. Onur mücadelesi sınıfın şekillenmesinin yapıtaşıdır. Başlangıçtır. Her şeyin ilk adımıdır.

6. Taban örgütlenmeleri sınıf bilincini ve kimliğini besler, şekillendirir ve oturtur.

Sermaye hem sistematik şiddet politikaları, hem de neo-liberal politikaların yıkıcı etkileriyle işçi sınıfının kimliğinde ve bilincinde önemli deformasyonlar yarattı. Bilinç ve kimlikteki deformasyon sınıfı etkisizleştirdi, kötürümleştirdi. Sınıf böylece üst kimliğiyle düşünemez ve hareket edemez oldu. Etnik, dini, mezhebi, geleneksel tabiiyetleriyle ya da kimlikleriyle hareket etmeye başladı. Bu bir anlamda savunma, ayakta kalma çabasıydı. Ama aynı zamanda burjuva siyasi güçlerin sınıfı bu temellerden yönlendirdiği ve sisteme entegre ettiği kanallardı. Sınıfın bölündüğü, parçalandığı ve manipüle edildiği alanlardı. Bugün sistem bu konuda son derece başarılı olmuştur.

Yapılması gereken sınıfın üst kimliğini, işçi olma kimliğini inşa etmektir. Çabalarımızın bütünü buna hizmet etmelidir. İşçi olma kimliğinin oluşması sınıfın şekillenmesinin başlangıcıdır. Üst kimliğin oluşması iki antagonist sınıfın saflarının net bir şekilde belirlenmesi anlamına gelir. Çünkü sınıfsal antagonizma içinde tarafın belirsizliği bertaraf olmak demektir.

Taban örgütlenmeleri sınıfın bugün yaşadığı temel problem olan bilinç ve kimliğin deformasyonunun aşılmasını sağlar. Üst kimliği inşa eder, besler ve geliştirir. Sınıf bu noktaya ulaşmasıyla mücadele gücünü ve örgütlenme kapasitesini artırır. Kimlik gelişmemiş, bilinç oturmamışsa zaten sınıfın eylem gücü ve örgütlenme kapasitesi zayıftır. Eğer bilinç ve kimlik gelişmişse bu bir anlamda eylem gücü ve örgütlenme kapasitesinin gelişmesi demektir. Bu diyalektik bir sarmaldır. Taban örgütlenmeleri bu diyalektik bağı gören ve faaliyetlerini bunun üzerinden sürdüren, sınıfın tarihsel pratikleridir.

Taban örgütlenmeleri bu özellikleriyle sınıfın yeniden yapılanmasının yapıtaşıdır.

Bugünün temel sorunu sınıfın bütün katmanlarının organik birliğini sağlayacak sınıfın yıkıcı ve devrimci gücünü açığa çıkaracak bir örgütlülüğü yaratmaktır. Klasik sendikal örgütlenme formu sınıfın yaşadığı parçalanmışlığa cevap vermekten öte parçalanmışlığı artıran, statükoyu koruyan bir niteliğe sahiptir.

Yapılması gereken sınıfı (ülke ölçeğinde) emek odağı etrafında örgütlemektir. Emek odağı, sınıfın farklı katmanlarının birleştiği, hukuki mevzuatları aşan, salt toplusözleşme hakkına sahip olanlar değil, sınıfın her kesimini kendi özgün sorunları etrafında örgütleyen, güncel mücadeleyle genel mücadele arasında diyalektik bağ kuran bir yapıdır. Sendikalı, sendikasız, güvencesiz, sokak işçisi, marjinal sektörde çalışan entelektüel işçi ve işsizlerin mücadelesini ortaklaştıran, aynı mecrada toplayan bir örgütlenmedir. Sınıfın tüm katmanlarını tek bir yumruğa dönüştüren, kolektif bir güç haline getiren bir yapıdır.

Taban örgütlenmelerinin devreye girdiği nokta da burasıdır. Taban örgütlenmeleri sınıfın her kesimini, kendi özgün sorunlarından hareketle örgütleyen ve emek odağının yaratılmasının zemini ören bir içeriğe sahiptir. Sorun sınıfın her kesiminin öznel ve nesnel şekillenmesidir. Emek odağıyla taban örgütlenmeleri arasında bir iç içe geçmişlik, birbirini tamamlayan ve birbirini üreten bir içerik vardır. En küçük atölyeden makro fabrikaya, sokakta çalışandan evde çalışana, işsizlere kadar her alanda kolayca kurulabilen taban örgütlenmeleri sınıfa şunu gösterir: “Örgütlüysen her şeysin, örgütsüzsen hiçbir şey”.

Emek odağı hiçbir sektör ve kesim gözetmeden, yasal mevzuatları aşan, fiili örgütlenme ve mücadeleyi hayata geçiren bir içerikte hareket eder. Çekirdek işgücünü, son derece katmanlı bir yapıya sahip çevre işgücünü, işsizleri kendi etrafında örgütler, koordine ve mobilize eder ve yıkıcı gücünü açığa çıkarır. Ancak böylesi bir odak, sınıfın 24 saatini kapsayan, sınıfın çalışma alanını, yaşam alanını ve boş zamanını hedefleyen bir örgütlenmeyi yaratabilir. Bu örgütlenmeye total örgütlenme adını da verebiliriz. İşyerlerini esas alan bu örgütlenme, yaşam alanı ve boş zaman arasındaki bütünlüğü kurar. İngiliz işçi sınıfı tarihi üzerine yaptığı çalışmalardan tanıdığımız E. P. Thompson’un dediği gibi “her imalathane (işyeri) siyasal başkaldırının potansiyel bir merkezidir” ya da emekle sermaye arasındaki antagonizmanın odağıdır.

Kapitalizmin gündelik hayatı bütünüyle kuşatmasını ve ideolojik hegemonyasını kırmak, karşı hegemonyanın kurulması ve alternatif toplumsal ilişkilerin yaratılmasıyla mümkündür. Bundan dolayı örgütlenme çalışma alanı esaslı yürütülerek, yaşam alanına ve boş zamana yönelmelidir. Sınıfın 7 günü ve 24 saati ya da 7/24 taktiği temel örgütlenme yöntemi olarak devreye sokulmalıdır.

Taban örgütlenmeleri esnekliği, kolay kurulabilme özelliği, hızla nüfuz edebilme kabiliyeti ve sınıfın tüm kesimlerini kavrayabilme niteliğiyle bu çalışmalar realize edilebilir. Bir yapıtaşı işlevi görerek, emek odağının yaratılmasını sağlayabilir.

Sınıfın öncüsü komünist parti ideolojik-politik önderliğiyle bu sürecin bütününün rotasını belirler. Sürece yön verir, yönlendirir. Sınıfın yeniden yapılanması bir anlamda öncünün de yeniden yapılanmasıdır. Öncü bu yeniden yapılanma sürecinde sınıfın yıkıcı ve devrimci gücünü açığa çıkarandır.

Gelecek işçi sınıfınındır. Gelecek komünizmdir.

Dipnotlar:

(1)SSCB ile ABD arasında 1945 sonrası oluşan makro denge ve Soğuk Savaş döneminde askeri gücünü ve politik etki alanını genişletmeye çalışan ABD’nin politikaları, fordist düzenlemeleri yaratan faktörler olarak öne çıktı.

(2)Daha önce kullanılan Taylorist model aletin kullanıldığı bir sistemdir. Aletin bir insan tarafından kullanılması, üretimin insan becerisine bağımlı olmasına yol açıyordu. Bu da üretimin işçinin tavrı ve tepkisinden etkilenmesine neden olmaktaydı. Ama fordizmde esas olan makinenin mantığı ve makinenin nesnelliğiydi.

(3)Türkiye işçi sınıfının ana gövdesini emek-yoğun ve hizmet sektöründe çalışan çevre işgücü oluşturmaktadır. Ayrıca kadın, çocuk, genç işçiler çevre işgücü içinde yer alırken, ağırlıkları da artmaktadır. Benzer gelişmeleri aynı kapitalist gelişme düzeyindeki sömürge ülkeler için de söyleyebiliriz.

(4)Sömürge ülkelerinin birçoğunda, örneğin Latin Amerika ve Türkiye’de olduğu gibi askeri darbeler sonucu ya da faşist diktatörlükler aracılığıyla neo-liberal politikalar radikal bir şekilde hayata geçirildi.

(Bu yazı aynı başlık altında 18-20 Haziran 2008’de Hong Kong’da yapılan ILPS’nin 3. Kongre’sine tebliğ olarak sunulmuştur….)

kaynak:http://www.kizilbayrak.net/makaleler-yazarlar/haber/arsiv/2008/06/30/artikel/170/uluslararasi-is.html