1 Temmuz 2008 Salı

Uluslararası işçi hareketinin yeniden yapılanması: Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? - Volkan Yaraşır


Uluslararası işçi hareketinin yeniden yapılanması: Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? - Volkan Yaraşır


1970’lerin başında kapitalist sistem hem üretim yapısını, hem kurumsal yapısını değiştirdi. Bunun iki temel nedeni bulunuyordu.

Birincisi siyasal boyuttu; özellikle Vietnam Savaşı büyük önem taşıdı. Savaş yenilmez gibi görünen, emperyalizmin yenilebileceğini ve Mao’nun deyimiyle “emperyalizmin kağıttan bir kaplan” olduğunu gösterdi.

Ayrıca metropol ülkelerde 1968’de yaşanan küresel düzeydeki ayağa kalkış, “imkansızı istemenin” politikasına güç kattı. Kitleler insanların ruhlarını kadavra haline getiren refah toplumuna ve özgürlüğün ütopyasını kirleten bürokratik sosyalizme karşı ayaklandı. Başka bir dünya isteğini haykırdı. O dönemde Kültür Devrimi’nin metropollerde sarsıcı etki yaratması boşuna değildi. Çin Devrimi ve Kültür Devrimi, Avrupa merkez ülkelerinde yeni bir sosyalizm arayışının esin kaynağı oldu. Refah toplumunun özünde kapitalist barbarlığı gizlediği, insanın ontolojisine bir saldırı olduğu ortaya çıktı.

İkincisiyse ekonomik boyuttu. Kapitalizm yapısal özelliklerine bağlı olarak 1970’lerde genel bir bunalım içine girdi. Çünkü kapitalizm kriz eğilimlerini de içinde barındıran dinamik ve çelişkili bir süreç olarak işler. Bunalımın temel nedeni, artık değer üretiminde karşılaşılan güçlüktü ya da kapitalizmin belirleyici kriz dinamiği olan kâr oranlarında düşme eğilimiydi. Sanayide kâr oranlarının düşmesi ve yaşanan petrol krizi, kapitalizmin yeni bir sermaye birikimi rejimine geçmesini zorunlu kılıyordu.

Bu süreç bir yanıyla da kapitalizmin yeniden yapılanma süreci olarak işledi. Bağlantılı olarak üretim ve emek rejimlerinde, ayrıca işin örgütlenmesinde önemli değişiklikler gündeme geldi.

Sınıflar mücadelesi tarihi bize her emek rejiminin, aynı zamanda yeni bir sınıf mücadelesi rejimi olduğunu gösterdi.

Kapitalizmin yeniden yapılanma süreci

Kapitalist sistem, 1929’da yaşadığı küresel krizi II. Dünya Savaşı’nın sonunda aştı. Dünyanın yeniden paylaşılması krizin absorbe edilme olanaklarını yarattı. Savaş sonrası ekonomik politikalara damgasını Keynes’çi refah devleti modeli vurdu. Bu kapitalist organizasyon, özünde sosyalizme karşı bir güvenlik kuşağıydı. Uygulandığı ülkelerde işçi sınıfı muhalefetini ve sosyalizm tehdidini bertaraf etmeyi amaçlıyordu. Toplumsal muhalefeti denetim altında alacak politikalar üretildi. Refah devleti/toplumu eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, konut edinme vb. toplumsal ihtiyaçların yanında, sosyal sigorta sisteminin oluşturulması, işsizliğin giderilmesi ve bir dizi sosyal hakkı yürürlüğe koydu.

Devletin ekonomide rolü arttı. Yine, devlet tarafından tüketim körüklendi ve istihdam olanakları yaratıldı. Bu model merkez ülkelerde ekonomik büyümeyi beraberinde getirdi. Devlet, merkez ülkelerde daha çok altyapı yatırımları; barajlar, yollar ve benzeri şeyler yaparken, periferide ya da sömürge ülkelerde üretim ve hizmet alanında yoğunlaştı. Kapitalizm II. Dünya Savaşı’ndan sonra fordist üretim sistemini egemen bir sistem olarak devreye soktu. Refah devleti, fordist rejimin işlemesine olanak sağladı. Global ölçekte fordizmin gerçekleşmesi, refah devletinin merkezi rol oynadığı uluslararası düzenlemeye göre biçimlendi (1). Fordizm ya da bant sistemi, büyük ölçekli üretim birimlerinin kurulmasına olanak sağlıyordu. Bunun yanında hem kamuda, hem de özel sektörde geniş istihdam olanakları yaratıyordu. Bu sistem üretim sürecini makinenin mantığına göre düzenlemekteydi (2). Fordist üretimde iş süreci çok küçük parçalara ayrılıp her parça hareket ve zaman kategorilerine tabi tutularak, her işçinin işi tam olarak nasıl ve ne kadar zamanda yapacağı belirlenmişti. Bu bir standardizasyondu ve bu sistemin temel özelliklerinden biriydi.

İşçinin makinenin basit bir uzantısı, bir vidası haline gelmesiyle, işçinin bilgi ve becerisinin hiçbir önemi kalmamaktaydı. Bu durum vasıfsız kol emeğine dayanan bir işçi profili ortaya çıkardı. Yapılan iş kalifiye bir nitelik gerektirmediğinden, uzun yıllar çalışan bir işçinin yeri hemen doldurulabilmekteydi. Böylece bütün işsizler, yedek işgücü olarak devrede tutuluyordu. Sermaye için yedek işçi ordusu olağanüstü avantaj sağlıyordu.

Ayrıntılı işbölümü ve standart mal üretimi dünya pazarlarında rekabetin esasını belirledi. Rekabet aynı maldan çok sayıda, ucuza üretmek üzerinden kuruldu.

Fordizmin önemli özelliklerinden biri de üretimin kayan üretim hattı üzerinden yapılmasıydı. Akan/hareket eden montaj hattı kitlesel üretim için gereken standartlaşmış ürünün elde edilmesini sağlıyordu. Özel amaçlı iş makineleri kullanılabilmekteydi. Bunların çoğu yapılan ürün tipine, modeline göre tasarlanmıştı. Bir modelden ya da ürün tipinden öbürüne geçmek hem problemli, hem de yüksek maliyetliydi. Bunun yanında özel amaçlı makinelerin kullanımının yüksek maliyeti, ölçek ekonomilerini çok önemli kılmış, üretimin büyük ölçeklerde yapılmasının gereğini doğurmuştu.

Bu üretim sistemi, standart tüketim kalıplarının olması, geniş ve istikrarlı pazarların varlığıyla 1945-1970 yılları arasında dünyada egemen sistem haline geldi.

Çünkü geniş ve istikrarlı pazarlar bir yandan, büyük miktarda üretilmiş standart malların tüketilmesine olanak sağlıyordu, öte yandan büyük ölçekli yatırımın amorti olabilmesine yetecek zamanı veriyordu.

Bu süreçte makinenin parçasına dönüşmüş, basit ve mekanik tekrar içinde boğulan işçi, konsantre bir yabancılaşma yaşıyordu. Zihni faaliyet işçiden koparılmıştı. İşçi üretimin bütününden ve her türlü bilgiden uzaktı. Bu durum işçinin işyeri dışında da duyarsızlığına ve apolitizasyonuna neden oldu.

Aynı süreçte refah devletinin politik ve ekonomik uygulamalarına bağlı olarak özellikle Avrupa’da, kitle sendikacılığının önünün açılması dikkat çekti. Kitle sendikacılığı büyük ölçekli işyerlerinde, binlerce işçi örgütlenme olanağına kavuştu. Yüksek ücretin yanında, çalışma saatlerinin azaltılması ve bir dizi sosyal ve ekonomik hak elde edildi. Fakat kitle sendikacılığı bir yanıyla da işçi sınıfının yıkıcı gücünü deforme ederek, sınıfın sisteme eklemlenmesine yarayan bir işlev gördü. Batı işçi sınıfı giderek Engels’in deyimiyle ayrıcalıklı işçi, burjuva işçi sınıfı konumuna geldi. Hatta emperyalist-kapitalist sömürüden pay almaya başladı.

1970’lere doğru, son çeyrek asırda yaşanan üretim ve ticaret hacmindeki genişleme durdu. Büyük ve istikrarlı, kitlesel pazarlar çökmeye başladı. Küçük ve istikrarsız bir yapı ortaya çıktı. Tüketici tercihlerinin standart ucuz mala doymuş olması ve talebin mal çeşitlenmesine kayması, fordist sistemin işleyişini sağlayan kitle talebini ortadan kaldırdı. Esas olarak 1966’da OECD ülkelerinde başlayan ve bütün dünyaya yayılan ekonomik kriz, sermayenin teknik kompozisyonunun bozulmasından kaynaklandı.

Yani sabit sermaye ya da sermayenin değişmeyen kesimin büyümesi (sabit sermaye yatırımlarının artması); artı değer ve bağlı olarak kar oranlarının hızla düşüşüne yol açtı, krize neden oldu.

Kapitalizm çıkış olarak, sabit sermaye yatırımlarını azalttı. Sabit yatırımların yoğunlaştığı üretim alanlarını parçalara bölerek, çevreye dağıttı. Üretim dünya ölçeğine yayıldı. Dünya küresel fabrikaya dönüştü. Dolayısıyla küçük sabit sermaye yatırımlarıyla birlikte kâr oranlarında bir toparlanma yaşandı.

Bu yönde fordist üretim sisteminin krizine karşılık, post-fordizm adı verilen düzenlemelere geçildi. Amaç verimlilik ve kârlılığı artırmaktı. Sermaye krizden çıkabilmek için üretim sürecini yeniden yapılandırıyordu.

Yeni üretim sistemi, küçük ve çeşitlenmiş pazara dönük, değişken tüketici tercihlerine yönelik, aşırı stokları ortadan kaldırmaya, makineleşmenin ve aşırı uzmanlaşmanın yol açtığı verim kayıplarını ve hata risklerini azaltmaya dayanıyordu. Zamanın en işlevli kullanılması, işin akışkanlığı ve emek yoğunluğu artırılarak üretkenlik sağlanması hedeflendi. Ama en önemlisi sömürüyü maksimize etmek için işçi sınıfının hem metropollerde, hem de sömürge ülkelerde siyasi ve ekonomik örgütlenmelerinin dağıtılmasıydı.

Metropol ve sömürge ülkeler arasında işbölümü yeniden düzenlendi. Metropoller bacasız sanayi merkezlerine dönüşürken, bazı sömürge ülkeler hizmet sektörü, tasarımı dışarıda yapılan montaj üretimi ve sanayi ürünlerinin bazı parçalarının üretimini üstlendi. Teknoloji gelişmiş kapitalist ülkelerin tekelinde kaldı.

Yeni üretim sistemi (post-fordizm), üretimin parçalanarak farklı ülkelerde yapılmasını mümkün kıldığı için sermayeye olağanüstü hareket kabiliyeti kazandırdı. Sermaye merkez ülkelerdeki üretim birimlerini başka ülkelere taşıma ve yine başka ülkelere direkt yatırım yapma şansı buldu.

Sermayenin yeniden yapılanma (ya da sermayenin değersizleşme) süreci neo-liberal politikalar aracılığıyla küresel düzeyde uygulanmaya başlandı.

Post-fordist üretim sistemleri temelde iki ana yönelimde kendini dışa vurdu: Esnek üretim biçimleri ve onun bir türevi olan taşeronlaşma…

Esnek üretim ya da uzmanlaşma neo-liberal politikalara göre ülkelerin yeniden yapılanmasını ve bu süreçte üretimin dünya ölçeğinde parçalanmasını öngördü. Böylece çokuluslu şirketler, bir üretimin dünyanın çeşitli ülkelerinde sürdürülen aşamalarını, her biri bağımsız şirketler gibi davranan aslında kendi parçaları olan şirketler aracılığıyla denetim altında tutma olanağı buldu. Taşeronlaşma da esnek üretim içinde son derece yaygın kullanılan işletme biçimlerinden biri olarak öne çıktı.

Dünyaca ünlü Dell marka bilgisayar üretimi esnek uzmanlaşmaya tipik örnek oluşturmaktadır. Dell’in pili-bataryası Meksika’da; dizaynı Teksas ve Tayvan’da; hafıza kartı Almanya’da; CD/DVD sürücüsü İsrail’de; grafik kartı Çin’de; güç adaptörü Tayland’da; hard disk sürücüsü Singapur’da; güç kablosu Hindistan’da; mikro işlemcisi Costa Rica’da yapılıp, Malezya’da monte edilmektedir. Daha sonra tüm dünyaya pazarlanmaktadır.

Alman devi Siemens patronunun yaşanan süreci ifade edişi çarpıcıdır: “Eskiden okyanusta giden bir transatlantik gibiydik, şimdiyse nehirde yüzen yüzlerce sürat teknesiyiz.”

Esnek üretimin yarattığı en önemli sonuçlardan biri işletme ölçeklerinin küçülmesi oldu. Bunun yanında kârı maksimize edecek tarzda üretimin önce (temizlik, taşımacılık, yemek gibi) esas olmayan, daha sonra kısmen ya da tamamını taşeronlara devreden düzenlemeler yaygınlaştı.

Bu adımların yanında kâr oranlarını artırmayı amaçlayan bir dizi esneklik modelleri geliştirildi. Sayısal esneklikle işçilerin işe alınma ve işten çıkarılma koşulları, bütünüyle şirketin denetimine bırakılması amaçlandı. Sermeye sayısal esneklik uygulamalarıyla iş güvencesi ve kıdem ihbar tazminatı gibi hakların gaspını gündemine aldı. Ücret esnekliğiyle, sınıfın tarihsel mücadeleler sonucu elde ettiği kazanımların gaspı hedeflendi. Fazla mesai ücreti, tatil ücreti gibi haklar ücret sisteminden çıkarılarak, ücretlerin çalışılan saate göre belirlenmesi yönünde adımlar atıldı. Bu uygulama performans ücret sistemi diye adlandırıldı. Asgari ücretin bölgeselleştirilmesi, içeriğinin boşaltılması ve aşamalı olarak kaldırılması sermayenin ana yönelimlerinden biri olarak öne çıktı. Ayrıca işe giriş ücretlerinin düşük tutulması, ücret esnekliği politikalarından biri olarak dikkat çekti. Ücret dışı işgücü maliyetlerinde esneklikle sermaye, işçi sınıfının temel haklarının gaspına yöneldi. Yakacak, giyecek, tatil parası, öğrenim yardımı, çocuk yardımı ve benzeri gibi sosyal ve parasal hakların gaspı bu esneklik politikasının hedefi oldu. Bunun yanında işyerindeki teknolojik düzey, işgücünün farklılaşması ve nitelik çeşitliliği ve iş bölümünün derinleşmesi ücret farklılaşmasının zemini olarak kullanıldı. Ücret farklılığı sermayeye işçileri bölmek için çeşitli olanaklar sağladı.

Bir başka esneklik uygulaması ise çalışma zamanında hayata geçirildi. Bu yöntemle esas olarak çalışma saatlerinin artırılması hedeflendi. Haftalık çalışma saatinin 45 saatin üzerine çıkarılması bugün birçok ülkede başarıldı. Sömürge ülkelerde fazla mesai, hafta sonu, tatil çalışması, yoğunlaştırılmış çalışma gibi yöntemlerle çalışma zamanı fiilen uzatılmış durumda.

Esnek istihdam modeli ise sermayenin işgücünün sosyal maliyetinden kurtulma taktiği olarak devreye sokuldu. Sermaye kısmi çalışma, geçici ya da mevsimlik çalışma, taşeron işçiliği, evde çalışma, tele çalışma gibi biçimlerle standart olmayan istihdam biçimleri yaratarak kâr oranlarını artırmayı hedefledi.

Esneklik uygulamalarının bir başka biçimi esnek üretim sistemleri ya da yeni emek yönetim modelleri oldu. Esnek üretim sistemleri olarak “sıfır hatalı üretim”, “stoksuz üretim”, “tam zamanında üretim” adında hataya geçirildi. Bu adımlar “toplam kalite yönetimi”, “kalite çemberleri”, “insan kaynakları yönetimi” gibi emek yönetimi modellerinin altyapısını oluşturdu.

Yeni emek yönetim modelleri sınıfı ehlileştirilmesi ve itaatkarlaştırılmasının stratejileri olarak hayata geçirildi. Sınıfın kolektif düşünme, hareket etme ve davranma yeteneklerini bloke eden bu uygulamalarla sermaye, emek üzerinde tam denetim kurmayı amaçladı.

Emek yönetim modelleriyle sermaye sendikaları –özellikle metropollerde– sınıfı kontrol eden, bir nevi personel müdürü gibi faaliyet yürütmesini amaçlayan organlara dönüştürdü. Benzer gelişmeler sömürgelerde de yaşandı. Sendikalar sınıfsal bir örgüt olma özelliği deforme edilerek, üretimden ve verimlilikten sorumlu yapılar haline geldi. Zaten sendikaların bürokratik ve korparatist özellikleri bu türlü bir değişimin zeminini yaratmıştı. Sendikaların faaliyetleri işyerleriyle sınırlandırıldı.

Esneklik modeliyle sermaye vahşi ve son derece derin bir sömürüyü hayata geçirdi. Sınıfın tarihsel kazanımlarını ve kolektif haklarını gasp etmeyi hedefledi. Emek yönetimi modelleriyle sınıfı ehlileştirmeyi ve itaatkarlaştırmayı amaçladı. Sınıfın kolektif davranma, düşünme ve hareket etme yeteneklerini felç etmeyi stratejik bir program olarak önüne koydu.

Toparlayacak olursak sermayenin kârını maksimuma çıkarmak için belli başlı atakları şunlar oldu:

1- Bilginin metalaşması ve tekelleşmesi yönünde önemli adımlar atıldı. Bilgi en önemli üretim faktörü haline geldi. Saklandığı ve gizlendiği oranda değer kazandı. İçine girilen yeni dönemde bilgi en önemli kâr kaynağına dönüştü. Bilginin kâr kaynağı olma özelliği, gizli kalmasına bağlı olarak şekillendi. Bilgiye sahip olan sermaye açısından satılabilir olan şey onun ürünleri ve sonuçlarıydı. Yoksa kendisi değildi. Bu ise iletişim teknolojisindeki bütün gelişmelere rağmen yaşanan süreçte bilginin herkes tarafından ulaşılabilir, kullanılabilir, hatta üretilebilir olması değil, tam tersine gizli kalmasını, toplumun çok az kesiminin bilgiye ve onun getirdiği ekonomik, siyasi, toplumsal egemenliğe sahip olmasını, geri kalan büyük çoğunluğun ise bu olanaklardan yoksun bırakılmasını gerektirdi.

2- Yeni teknolojiler kullanılmaya başlandı. Biogenetik, nanoteknoloji ve bilişim teknolojisi üretim sürecine sokuldu. Özellikle mikro elektronikteki “devrim” niteliğindeki gelişmeler önem taşıdı.

3- Otomasyon yaygınlaştırıldı.

4- Radikal özelleştirmelere gidildi. Kamu İktisadi Teşekkülleri ya da kamu yatırımları tasfiye edildi. Devletin sosyal yönünün özelleştirilmesi ve metalaştırılmasına bağlı bir şekilde, devlet salt “gece bekçisine” dönüştürüldü. Eğitim, altyapı sektörleri, sağlık doğrudan kârlılık esasına göre yeniden düzenlendi.

5- Stoksuz üretime geçildi.

6- Esnek üretim modelleri yaygınlaştı. Üretim parçalandı. Enformelleşme, taşeronlaştırma ve fason üretim genişledi.

İşçi sınıfının yapısındaki değişim

Kapitalizmin yeniden yapılanma süreci, sınıflar mücadelesinde yeni bir tarihsel momenti simgeledi. Bu süreç bir yanıyla da sınıfın yeniden yapılanması süreci olarak işledi. Sınıfsal antagonizma kendini dışa vuruyordu.

1970’lerden sonra üretim yapısındaki değişime bağlı olarak, işçi sınıfının yapısında da farklılaşmalar yaşandı. 1970’lere kadar bütün dünyada büyük ölçekli işletmeler hakimdi. Binlerce işçi bir arada çalışıyor, bir ürünün tasarımından, nihai aşamasına kadar üretim aynı mekanda gerçekleştiriliyordu. Bu üretim yapısı sınıfı homojenleşmesini sağlayacak özellikler taşıyordu.

Üretimin dünya çapında parçalanması, üretimin emek-yoğun veya teknoloji-yoğun oluşuna bağlı olarak ülkeden ülkeye farklılıklar göstermesi, uluslararası yeni iş bölümünü beraberinde getirdi.

Özellikle teknolojik gelişmeler sonucu işletme ölçeği küçüldü. Ayrıca bir yandan yeni teknolojinin gerektirdiği bilgi birikimine sahip, yeni teknolojilere dayanan üretim araç ve gereçlerini kullanan, birden fazla becerisi olan nitelikli emek, öte yandan yeni teknolojilerin uygulanmasıyla birlikte gittikçe daha mekanik bir özellik taşıyan niteliksiz emek ya da vasıfsız kol emeği ayrımı gelişti. Geçmişin fordist fabrikasında benzer niteliklere, yaşam tarzına ve taleplere sahip olan görece homojen işçi kitlesinin yerine, bugün nitelik, ücret, yaşam düzeyi, alışkanlıkları, beklentileri ve talepleri açısından farklılaşmış bir işçi kitlesiyle karşı karşıyayız.

İşçi sınıfının içyapısındaki heterojenleşme diye tanımlanabilecek bu süreç kendini çekirdek işgücü ve çevre işgücü olarak dışa vurdu. Çekirdek işgücü (nitelikli emek) özellikle metropollerde hızlı bir değişim yaşadı. Metropol ülkelerde önceleri imalat sanayindeki işçiler bu özelliğe sahipken, bugün için ağırlıkları azaldı. Çekirdek işgücü giderek bilgisayar, haberleşme, uzay teknolojisi gibi teknoloji üretimi yapan sektörlerde yoğunlaştı. Bu gelişmeler aynı zamanda işçi sınıfının kapsamını genişletici ve beyin emeğini proleterleştirici bir sürecin önünü açtı. Çekirdek işgücü ilk dönemlerde yüksek ücret alırken ve belirli oranda rahat imkanlara ve kısmi iş güvencesine sahipken, özellikle Doğu Asya krizinden sonra bu özelliklerini hızla kaybetmektedir. İşsizliğin anaforu bu kesimi de içine çekmiştir. Madalyonun bir yüzünü çekirdek işgücü oluştururken, öbür yüzünü yine üretim yapısındaki değişime bağlı olarak niceliksel oranı muazzam derecede artan, olağanüstü zor koşullarda çalışan, her geçen gün hak kaybına uğrayan çevre işgücü oluşturdu.

Çevre işgücünün en karakteristik özelliği kendi içindeki yoğun heterojenliğidir. Bu işgücü ağırlıkla atölye ya da küçük ölçekli fabrikalarda sürekli hizmet akdine sahip olmadan çalışıyor. Bu yönleriyle geçmişte aynı mekanda emeklilik yaşına kadar çalışabilen işçi kuşağından farklı olarak, hiçbir sosyal ve ekonomik güvencesi olmayan ve uzun çalışma saatlerinde iş gören, işletmeye geçici sözleşmelerle bağlı, uygulanan ayrımcı politikalar sonucu birbirleriyle ortak duruş noktalarında kaymaların görüldüğü, hatta bazen aralarında çelişkilerin yaşanabildiği bir işçi profili var (3). Bu durum işgücü kitlesi açısından bir niteliksizleşmeydi. Çevre işgücü part-time, parça başı çalışma, götürü çalışma, geçici statüde çalışma gibi işgücü türleriyle kendini gösterdi. İstihdamın gettolaşması sonucu kolektif mücadele biçimlerinde gerilemeler yaşandı. Çevre işgücü içinde kadın, genç işçi hatta çocuk işçilerin sayısı dünya çapında arttı.

Taşeronlaşmanın yaygınlaşması çevre işgücünü arttıran başlıca unsur oldu. Taşeronlaşma üretimin parçalanmasına ve emeğin düşük maliyette kullanılmasına olanak sağladı. Taşeron işçileri çoğunlukla güvencesiz istihdam edildi.

Post-fordist fabrikalar diye de tanımlayabileceğimiz organize sanayi bölgelerinin hızla çoğalması dikkat çekti. Bu bölgeler yeni işçi havzaları olarak öne çıktı. Onlarca sektörün bulunduğu, binlerce işçinin küçük atölyelerde ya da sitelerde çalıştığı organize sanayi bölgeleri, çevre işgücünün ana havzalarına dönüştü. Vahşi kapitalizm koşullarının hakim olduğu bu alanlarda, sigorta ve sendika hakkının şiddetle engellenmesi ve güvencesiz işçilerin yoğunluğu genel bir durum olarak kendini gösterdi. Bu duruma istihdamın gettolaşması adı verildi.

Geçmişin klasik hizmet sektörleri (eğitim, sağlık, ulaşım vb.) ağırlıkla devlet eliyle yürütülen kamu hizmetleri olarak görülmekteydi. Şimdi bir taraftan bu kamu hizmetleri niteliğindeki sektörler, giderek sermayenin kâr anlayışına bağlı olarak yeniden düzenlenirken, esas olarak finansman, reklam, tasarım, yönetim ve koordinasyon gibi alanlarda doğrudan özel sektörle ilişkili ve nitelik olarak farklı bir hizmet sektörü kavramı gelişti.

Yeni teknolojilerin sanayiye uygulanmasının en çarpıcı sonuçlarından birisi de, kapitalizme zaten içkin olan yapısal işsizliğin tarihte görülmemiş boyutlara ulaşması oldu.

Sınıfın organik parçası olan işsizler, sınıfın yeniden yapılanma sürecinde asla ihmal edilmemesi gereken bir kesimi olarak öne çıktı. Arjantin’de 2001 krizinden sonra Barikatçılar olarak anılan İşsiz İşçiler Hareketi’nin geliştirdiği pratikler ve sınıf mücadelesine yeni katkıları işsizlerin muazzam gücünü ortaya çıkardı. Marx’ın dediği gibi “ emekçi kendisini sermayeye satmadan da sermayeye aittir”. Bunun anlamı işgücü yalnızca fiili üretim sürecinde var olan meta değil, onun dışında da bir metadır. İşgücünü satışa çıkarmış herkes, alıcı bulup bulamadığı hiç önemli olmadan doğrudan işçi sınıfı içinde yer alır. Bu anlamda ücretli emeği direkt olarak ilgilendiren işsizlik, kapitalizmin kendisinin örgütlediği bir yedek işgücü ordusudur.

Üretim ve emek sürecinin faklılaşması, hem emeğin kendi içinde bölünmesini, hem de sınıf içi farklılaşmayı derinleştirdi.

İşçi sınıfının yapısındaki bir dizi değişikleri kısaca şöyle tanımlayabiliriz:

1- İşçi sınıfının kapsamında olağanüstü bir genişleme yaşandı. Ama sınıfın organik birliği parçalandı. Atomizasyonu arttı. Heterojenleşme süreci derinleşti. Bir başka ifadeyle tarihin en büyük proleterleşme sürecine girildi. Ne var ki paradoksi bir şekilde sınıfın amorfe oluş süresi de hızlandı.

2-Hizmet sektörünün önemi artmaya başladı. Sektör geleneksel özelliklerinin yanında yeni özellikler kazandı. Ayrıca bilişim sektörü gelişti.

3-Bilginin metalaşmasına bağlı olarak beyin işgücünün proleterleşmesi yoğunlaştı.

4-Enformel sektör yaygınlaştı. Olağanüstü gelişti.

Üretim sürecindeki değişiklikleri özetle toparlayacak olursak:

1-Esnek uzmanlaşmaya dayalı merkezsiz, küçük üretim yaygınlaştı.

2-Değişken ve akışkan tüketici talebine karşı çok hassas ve esnek bir sistem devreye sokuldu.

3-Tek ürünün baştan sona üretildiği fabrikalar kapanmaya başladı.

4-Organize sanayi bölgeleri yaygınlaştı. Ana (merkez) fabrikaların ihtiyacı olan ürünler ağırlıkla bu alanlarda üretilmeye başlandı.

5-İmalat sektörünün yanında bilgisayar, iletişim, enformasyon gibi yeni hizmet ve teknoloji alanları açıldı.

6-Özellikle mikro elektronikteki muazzam gelişmeler sanayide ve hizmet sektöründe kullanılan canlı emeğin üretim gücünü olağanüstü yükseltti.

Bütün bu gelişmeler sınıfın temelde üçlü bir tarzda şekillenmesine yol açtı. Bunu iç içe geçmiş dairelerle (çemberlerle) anlatabiliriz. Büyük dairenin (çemberin) içindeki küçük dairede teknisyen ve mühendis formasyonundaki çekirdek işgücü yer aldı. Vasıflı ve kalifiye özellikleri olan bu kesim kısmi düzeyde iş güvencesine sahiptir. Büyük daireyi ise çevre işgücü meydana getirdi. Çevre işgücüne Mc Donald’s işçisi adı da verildi. Vahşi bir sömürüye maruz kalan bu işçi, kalifiye bir özellik taşımıyor ve sınıfın ana gövdesini oluşturuyor. Halkanın dışında ise yine sayı olarak tarihin en üst noktasına ulaşmış işsizler bulunuyor. Çevre işgücünün en dikkat çekici özelliği son derece katmanlı bir yapıya sahip olmasıdır. Ayrıca çevre işgücü standart olmayan istihdam biçimlerinde, ya kısmi zamanlı, geçici, mevsimlik ya da evde çalışan bir tarzda yer alıyor. İstihdamın dağınık yapısı sınıfın kolektif düşünme ve davranma özelliklerini aşındırdığı gibi, sınıf bilincinin mayalanmasını da engelleyici bir rol oynuyor. Bu durum sermayeye önemli olanaklar sağladı ve işgücünün genel yapısını bu noktaya getirmek yönünde politikalar geliştirmesine neden oldu. Artık işçi sınıfı; işsizler, güvencesizler, sokak işçileri, sendikalı işçiler, marjinal sektörlerde çalışanlar, beyin işgücünün proleterleşmesine bağlı kafa-entelektüel işçilerden oluşmuş katmanlı bir yapı olarak karşımızdadır.

Kısaca işçi sınıfının kapsamı muazzam derecede gelişti. Tarihin en büyük proleterleşme dalgası küresel düzeyde yayıldı. Ne var ki sınıfın kapsamındaki bu gelişmeye karşın, sınıfın organik birliği dağıldı ve giderek heterojenleşti. Bunun temel nedenlerinden biri işçi sınıfının sistematik bir karşı devrimci program olan neo-liberalizmin şiddetli saldırılarına maruz kalmasıydı (4). Stratejik nitelikteki bu saldırı sınıfın her düzeydeki örgütlülüğünü dağıtmayı hedefledi. Bilinç ve kimliğinde önemli kırılmalar ve deformasyonlar yarattı. Kolektif davranma, düşünme ve hareket etme yeteneklerini zafiyete uğrattı. Şekilsizleştirdi, atomize etti ve iç farklılaşmasını derinleştirdi.

Türkiye işçi sınıfının nicel ve nitel profili

Türkiye’de neo-liberal karşı devrimci saldırılar, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra hayat geçti. Faşist diktatörlük büyük bir şiddet dalgasıyla başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm toplumsal güçleri dağıttı ve parçaladı. Ancak bu aşamadan sonra neo-liberal politikalar uygulanabildi.

Bu gelişmeler uluslararası düzeyde kapitalizmin yeniden yapılanma süreciyle bağlantılıydı. 12 Eylül askeri darbesi açık zor işlevi gördü, neo-liberal karşı devrimci politikalar ekonomik zor ve ya da ekonomik faşizm olarak devreye sokuldu.

Türkiye işçi sınıfı darbenin yarattığı ağır yıkımı 1989 Bahar Eylemleri adı verilen, aylarca süren işçi-kitle eylemleriyle, 1991 Madenci Yürüyüşü diye adlandırılan bir kentin ayağa kalkması ve başkente yürümesiyle ya da kamu emekçilerinin 1990’ları ortasında aktif ve kitlesel bir güç olarak devreye girmesiyle aşmaya çalıştı. Yer yer son derece anlamlı ve iz bırakan kitle eylemleri, direnişler ve grevler gerçekleştirdi. Ama darbenin ve radikal neo-liberal politikaların sarsıcı etkilerini ve yarattığı paralizasyonu aşamadı.

Neo-liberal politikaların son derece konsantre hayat geçirilmesi üç düzeyde yıkıcı etkiler yarattı.

Neo-liberal politikaların salt bir ekonomik boyut olarak algılanması hem kitleler nezdinde, hem de devrimci güçler arasında farklı yanılsamaları beraberinde getirdi. Oysa ki neo-liberal politikalar sistematik, çok boyutlu ve konsantre bir karşı devrim programıydı. Sadece ekonomik değil, ideolojik ve kültürel boyutları vardı. Hatta ideolojik ve kültürel boyutları anlaşılmadan ne ekonomik boyutu anlamak ne de mücadele etmek çok olanaklı değildi.

Önce ideolojik bombardımanlarla kitlelerin refleksleri, düşünme biçimleri değiştirildi. Tam bir toplum mühendisliği programı dahilinde kitleler içinde tarihsel kökleri olan paylaşma ve dayanışma ilişkileri tarumar edildi. Kâr ve rekabet duyguları körüklendi. Devletin ideolojik aygıtları “yeni” bir devlet-toplum-birey ilişkisi yaratmak için gündelik hayatı yeniden kurdu. Anlam ve mana dünyaları değiştirildi. Gerçeğin anlamını kaybetmesi için çeşitli düzeylerde falsifikasyonlar yapıldı. Kısaca önce yeni fetih alanı olan insan beyni ele geçirildi. Beyinlerin felç olması, bloke olması yönünde sistematik operasyonlar gerçekleştirildi. Moral değerler dejenere edildi. Yerine fatalizm ve pesimizm ikame edildi. Bu ideolojik operasyonları kültürel boyutta gerçekleştirilen operasyonlar izledi. Toplumun Mc Donalds’laşması, tek tipleşmesi ya da üniform bir toplum haline getirilmesi yönünde düzenlemeler yapıldı. Tüketim terörü körüklendi. Her şey hedonizm içindi… Tüketmek başlı başına bir varoluş olarak sunuldu. Tekno-ideolojik bombardımanlar sonucu beyinleri felç edilen toplum, kültürel operasyonlarla suç ortağı haline getirildi. İşte bu aşamadan sonra ekonomik boyut devreye sokuldu. Ekonomik Darvinizm şeklinde uygulanan ekonomik politikalar hızlı bir tekelleşme ve radikal özelleştirmeler şeklinde kendini dışa vurdu.

Neo-liberal politikaların bu boyutları yeterince kavranmadığından, sistematik karşı devrimci süreç, salt ekonomik ayağıyla hatta bu ayağın sonucu olan özelleştirmeler olarak algılandı. Ve mücadele, özelleştirmelere karşı yürütülen başından lokalize olmaya mahkum çabalarla sınırlı kaldı.

Türkiye’de neo-liberal politikalar iki dönemde hayata geçirildi. 1980’li yılların ortasından 2000’li yıllara kadar yürütülen politikalar birinci dönemi kapsadı. Bu süreç bir altyapı çalışması oldu. Bir yandan sermayenin transformasyonu yönünde adımlar atıldı, öte yandan emeğin örgütlülüğünün bütünüyle dağıtılması hedeflendi. Bu yönde de önemli başarılar sağlandı. Asıl olarak 1980’lerin ortalarında finans kapitalin yol haritası olan Washington konsensüsü doğrultusundaki adımlar bu zeminler üzerinden gerçekleştirildi. İkinci dönem neo-liberal politikalarla telekomünikasyonun, bankaların ve finans sektörünün ve ekonominin sinir noktaları olan KİT’lerin özelleştirilmesi ve uluslararası piyasaya açılması gerçekleştirildi.

Yaşanan bu süreç 2006 resmi verilerine göre şöyle bir tablo ortaya çıkardı. Bugün Türkiye’de 13 milyona yakın işçi bulunuyor. 6 milyon açık ve sayılamayan işsiz var. Yani mülksüzlerin (işi olan ve işi olmayan işçilerin) toplamı 19 milyon. Neredeyse her 2 çalışan ücretliye 1 işsiz düşüyor. Ücretlilerin her 3 kişiden 2’si özel sektörde çalışıyor. Bu 13 milyon ücretlinin 2 milyona yakını devlet memuru. Kamu emekçilerinin aşağı yukarı 700-800 bini grev-toplusözleşme hakkı olmayan dernek niteliğindeki sendikalara üye. Toplam işçilerin (kamu ve özel sektörde çalışanların) 500 bini işçi sendikalarına üye. Sendikal alana bürokratizm ve korparatist ilişkiler hakim. Türkiye’de ücretiyle geçinenlerin % 65’i ise güvencesiz. Toparlayacak olursak, sınıfın % 5’i sendikalı, % 95’inin ise hiçbir örgütlülüğü bulunmuyor.

Tablo bu derece ağır. Yani işçi sınıfı şiddetli derecede örgütsüz, dağınık, şekilsiz, atomize olmuş ve katmanlaşmış durumda. Küresel düzeyde yaşanan sınıfın yapısındaki değişim ve farklılaşmalar Türkiye’ye de yansımış durumda. Türkiye kapitalizminin düzeyi küresel boyutta yaşananları yansıtacak içerikte.

Türkiye işçi sınıfının yoğunluğunu çevre işgücü oluşturuyor. Kendi içinde katmanlı bir yapıya sahip bu işgücü, sendikalı işçiler, güvencesiz işçiler, sokak işçileri, marjinal sektörde çalışanlar olarak ayrılıyor.

Faşist diktatörlüğün sürekli şiddetine maruz kalmak, bu bir anlamda karşı devrimin sürekliliği demekti, sınıfta felç edici etkilere yol açtı. Ayrıca neo-liberal politikaların yıkıcı sonuçlarını yaşayan işçi sınıfı, bilinç ve kimliğinde yoğun deformasyon yaşadı. Refleksleri köreldi, karakter aşınmasına uğradı. Sınıfsal duruşunu kaybetti. Olaylara, olgulara sınıfsal kimliğiyle değil, alt kimliğiyle (etnik, dini, mezhebi, milli vb.) bakmaya başladı. Bu durum sermayenin sınıfı kolayca manipüle etmesi ve sınıf içinde milliyetçi, şoven eğilimlerin bir düzeyde etkili olmasını sağladı.

Sınıf bu süreç içinde Marx’ın 1844 İktisadi ve Felsefi El Yazmaları’nda belirttiği gibi insanın şeyleşmesi ve değersizleşmesi ve her şeyiyle kârın hizmetine sunulmasını yaşadı. Yani sınıf konsantre bir yabancılaşma sürecine girdi. Son derece rafine bir şekilde değersizleştirilme operasyonlarına tabi tutuldu. Sınıf böylece özgüvenini kaybetti, yıkıcı gücü aşındı, moral değerleri çöktü.

Kendini hiç, manasız, değersiz hisseden işçi yığınlarına, cemaatleşme dayatıldı. Siyasal İslam’ın iktidarda olduğu Türkiye’de sınıfın cemaatleşmesi yönünde organizasyonlara girişildi. Sınıf sadaka toplumunun parçası haline getirilerek, bir muhtaçlar yığınına dönüştürülmek istendi. Hedeflenen sınıfın ıslah olması, terbiye edilmesi ve ehlileştirilmesiydi.

Fakat bu süreç sınıflar mücadelesinin yaratıcı ve yenilenmeci dinamikleriyle aşılmaya çalışıldı. İkinci dönem neo-liberal yıkım politikaları karşısında uzun süre sessiz kalan işçi sınıfı 2007’de ayağa kalktı. İlk gelişme Ermeni kökenli gazeteci Hrant Dink’in faşist katiller tarafından öldürülmesi üzerine gerçekleşen olağanüstü cenaze töreni oldu. 100 binlerin katıldığı cenaze tam anlamıyla kendiliğindenci bir kitle gösterisiydi. Ve kendiliğindenci bir hareketin tüm muhteşemliğini ve zaaflarını içinde taşıdı. Ama her şeyden önce resmi ideolojiye karşı net bir karşı duruştu. Ayrıca kitlelere kapatılmış 1 Mayıs alanı, İstanbul Taksim meydanı fiilen kitleler tarafından işgal edildi. Bu gelişme ilk adımdı. 1 Mayıs 2007, 1977’de CIA ve kontrgerilla güçleri tarafından gerçekleştirilen ve 34 emekçinin öldürüldüğü 1 Mayıs katliamının 30’uncu yıldönümüydü. Ve 30 yıldan beri bu alan işçilere ve emekçilere yasak edilmişti. Bu yasak bir nevi sermayenin işçi sınıfına yönelik baskı ve tahakkümünün simgesiydi. Öncü işçiler ve devrimciler 2007 1 Mayıs’ının hedefini Taksim olarak işaretledi ve devletin her türlü baskı ve şiddetine karşı Taksim Meydanı özgürleştirildi. Arkasından Hava-İş Sendikası’nın toplusözleşme sürecinde hak ihlallerine karşı greve çıkma ısrarını sürdürmesi önemli bir gelişme oldu. Siyasal iktidarın ve sermayenin grevi vatan hainliğiyle özdeş tutmasına rağmen hava yolları işçileri grev kararını sürdürdü. Sonunda sermaye geri çekilmek zorunda kaldı.

Bu birikimler Telekom grevini tetikledi. 26 bin Telekom işçisi 44 gün greve çıktı. Telekom işçileri anti-sendikal politikalara, hak kayıplarına, sendikalarının tasfiye edilmesi girişimine karşı 44 gün direndi. Telekom grevi, sınıf hareketinde son yılların en önemli atağı oldu. Sınıfa moral ve muktedir olma gücü verdi. Sınıfsal antagonizma bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Aynı dönemde Yunanistan, Almanya, Fransa, Macaristan, İsrail, Mısır, Güney Afrika’da yaşanan işçi eylemleri, grevleri ve direnişleri sınıf hareketine güç kattı. Sosyal yıkım politikalarına, hak gasplarına karşı gerçekleşen bu eylemler işçi sınıfının özgüven duygusunu pekiştirdi.

Neo-liberal politikaların en yıkıcı sonuçlarından biri olan sağlığın özelleştirilmesi ve emeklilik hakkının gaspı yönündeki yasaya, SSGSS’ye karşı mücadelede bu aylarda hem yerel, hem de ulusal düzeyde gelişti. Yunanistan’daki aynı mahiyetteki yasaya karşı gerçekleşen birer günlük grevler hayranlıkla izlendi.

Sosyal yıkım yasasına karşı 14 Mart 2008’de işçi sınıfı son derece sarsıcı bir eylem gerçekleştirdi. Tahmini rakamlara göre 2 milyon işçi eylemlere katıldı. 14 Mart eylemi son 28 yıllık neo-liberal politikalara karşı işçi sınıfın gerçekleştirdiği en güçlü eylem oldu. Sermaye ve siyasal iktidar sınıfın kolektif ayağa kalkışını, yanına bürokratik ve korparatist nitelikteki konfederasyonları alarak kırmaya çalıştı. Ama sınıf hareketi 1 Nisan ve 6 Nisan kitlesel eylemleriyle bu manevrayı aştı. Özellikle 2008 1 Mayıs’ı sınıfın ve devrimcilerin sermaye ve devlete karşı bir irade savaşını gösterdi. Tarihsel 1 Mayıs alanı olan Taksim Meydanı yasaklanmasına rağmen 10 binlerce işçi alana girmeye çalıştı. 1 Mayıs 2008 siyasal İslamcı parti AKP’nin (% 47 oyla 22 Temmuz 2007’de yeniden iktidara gelmişti) kitleler üzerinde yarattığı kolektif halüsinasyonun aşılmasını sağladı. AKP’nin işçi düşmanı yüzünü net olarak ortaya koydu. 1 Mayıs 2008’de binlerce işçi ve devrimci gözaltına alındı. 100’lercesi yaralandı. İstanbul’da fiili bir sıkıyönetim ilan edildi.

2008-2009 Türkiye işçi sınıfı açısından bir momentum olma özelliği taşıyor. Telekom grevi, 14 Mart eylemi ve 2008 1 Mayıs’ıyla toparlanan, moral kazanan işçi sınıfı sermayenin yeni sosyal yıkım saldırılarıyla karşı karşıya. Özellikle 1929 Dünya Ekonomik Krizi düzeyinde olduğu tartışılan, kapitalizmin krizinin yalnızca bir finansal kriz değil, yapısal bir kriz özelliği taşıması ve bunun Türkiye’ye yansıması sarsıcı ve altüst edici sonuçlar yaratabilir. Türkiye ekonomisinin ana kolonlarının bazılarının yıkılması (unutulmasın kriz anları kapitalistlerin kapitalistleri mülksüzleştirme dönemleridir) birçok iç gerilimin yaşandığı ülkede bir pogrom ortamı doğurabilir. Her kriz anı devrimci imkanların doğduğu anlar olduğu gibi, karşı devrimci gelişmelerin yaşandığı ve kapitalizmin kendini yenilediği dönemleri de ifade eder. Çarlık Rusya’sında çarlığın her krize girdiği dönemde Yahudi pogromlarına girişmesi boşuna değildir. Böylece kitleleri mobilize eden çarlık, rahat nefes alabilmektedir. Türkiye’de de etnik dini ve mezhebi polarizasyonların varlığından dolayı benzer gelişmeler yaşanabilir. Bugün aynı coğrafi bölgede olduğumuz Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da emperyalist politikaların mikro dincilik ve mikro milliyetçilik üzerinden yürütülmesi boşuna değildir. Toplumların tarihsel iç gerilimlerini ve etnik, dini, mezhebi özelliklerini paralize etmeye çalışan emperyalist-kapitalist sistem bunun üzerinden kapitalist stabilizasyon yaratmayı hedefliyor. Yugoslavya’nın emperyalist güçlerin bir av sahasına dönüştürülmesi ve bugünkü kanton devletlere bölünmesi yakın tarihin önemli operasyonudur. Bugün Ortadoğu bir Balkanlaşma sürecine girmiş durumdadır. Bu süreç bir yanıyla da mikro dincilik ve mikro milliyetçilik esaslı kanton devletler ya da mikro devletler yaratılması sürecidir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti iki temel yönelim içinde. Ilımlı İslam politikalarıyla Büyük Ortadoğu Projesi’ne angaje olan TC, Çin çalışma rejimi düzenlemeleriyle de Avrupa Birliği’ne entegre olmaya çalışıyor. Bu iki ana yönelim neo-Osmanlıcılıkla kesişiyor. Neo-Osmanlıcılık, devletin resmi ideolojisi haline getirilmiş durumda. T.C.’nin ılımlı İslam politikalarıyla BOP’a angaje olması özünde emperyalizmin taşeronluğuna sıvanma ve agresyon politikalarıdır. Hızlı bir militarize oluş sürecidir. Çin çalışma rejimiyse AB’nin ucuz emek cenneti olmaktır. Çin çalışma rejimi özünde “beleş” ücret ve kölece çalışmaya dayanıyor. Dışarıda agresyon politikaları izleyen TC, içerde bir yandan Çin çalışma rejimini inşa ederken, öte yandan şiddetli bir gericiliğin de zeminini örüyor. Sınıfın tüm direnç noktalarını kırmayı, tarihsel kazanımlarını (grev ve toplusözleşme düzenini, asgari ücret sistemini, bir işsizlik güvencesi mahiyetindeki kıdem ve ihbar tazminatını vb. hakları) gasp etmeyi amaçlıyor.

Bunun için sınıfın sadaka toplumunun parçası haline getirilerek itaatkarlaşması, rıza göstermesi yönünde düzenlemelere gidiliyor. İşçi sınıfının ülkede olası etnik, dini, milli çatışkılara taraf olması ve atomize edilmesi amaçlanıyor.

Türkiye’de olası bu gelişmeler sınıfsal antagonizmayı perdeleyici içeriktedir. İşçi hareketinin bu süreci kavrayacak ve değiştirecek donanımda olması tarihsel bir görevdir.

Sınıfın organik birliğinin dağılması, katmanlaşması ve amorfe oluşu bu tarihsel görev konusunda zafiyetlere neden oluyor.

Bugün ancak sınıf hareketinin yeniden yapılanmasıyla bu süreç aşılabilir. Sorun bu bağlamda salt bir sendikal kriz sorunu değildir. Sendikal kriz, yaşanan çok boyutlu ve vektörlü problemlerin yalnızca biridir, hatta sonucudur. Asıl sorun son 30 yıllık süreçte kapitalizmin geçirdiği transformasyona bağlı sınıf içindeki değişimleri yakalamaktır. Yani bir yandan sınıfın organik birliğini sağlarken, öte yandan onun yıkıcı gücünü açığa çıkarmaktır.

Sınıf hareketinin yeniden yapılanması yazının ileriki bölümlerde içeriği açılacak taban örgütlenmelerinin yaratılmasıyla olanaklıdır.

Türkiye işçi sınıfının önünde iki seçenek var: Ya örgütsüz hiç olacak ya da örgütlü her şey olacaktır… Her şey olmanın kıstası sınıfın her kesimini şekillendirecek, ona güven ve mücadele azmi kazandıracak taban örgütlenmelerinin yaratılmasıdır. Taban örgütlenmeleri sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesinin katalizörüdür. Sınıfın yeniden yapılanmasının temel örgütlenme biçimidir.

Uluslararası işçi hareketinin önündeki görevler

Dünyada bugün muazzam boyutta bir proleterleşme dalgası yaşansa da, işçi sınıfının organik birliği yok. Şiddetli katmanlaşma ve iç farklılaşma yaşıyor. Ve heterojenleşme süreci derinleşmiş durumda. İşçi sınıfı neo-liberal saldırılar sonucu bilinç ve kimliğinde ciddi erozyon yaşıyor, sistematik yabancılaşma ve değersizleştirme politikalarına maruz kalıyor, üst kimliği olan işçi kimliğinin oturmamasından dolayı metropollerde rasizm ve neo-faşizmin, periferide ise dinsel gericiliğin ve şovenizmin anaforuna sürüklenme riskiyle karşı karşıya.

Sınıfın genel profilinin çekirdek, çevre işgücü ve işsizler olarak şekillendiğini belirtmiştik. Özellikle çevre işgücü küresel düzeyde son derece hızlı gelişti. Çevre işgücünün karakterinden dolayı kalifiye nitelikleri içinde taşımaması kolayca işsiz yığınları içinde yer almasına yol açtığı gibi işsizler de çevre işgücüne kolayca dönüşebilmekte. Şimdi karşımızda fordist fabrika da çalışan; ortak duygu, refleks ve düşünüş tarzı olan ve belirli müdahaleyle kitlesel harekete geçen bir kimlik yok. Parçalı, atomize, şekilsiz bir işçi profili var. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerinin çalışma yerleri, şartları, talepleri ve yönelimleri, duygu ve düşünüşleri ve reflekslerinin farklılığı sorunları derinleştiriyor.

Hızlı mülksüzleşmenin yarattığı proleterleşme süreci, proleter kuşaklar arasındaki kopukluk, genç işçilerin, kadın ve çocuk işçilerin çalışma yaşamında hızla yer alması, patriarkal ilişkilerin hakimiyeti, örgütlenmede yaşanan zorluklar, sistemin ideolojik manipülasyonları ve hegemonyası, zorun sistematik uygulanması sınıfın heterojenleşme sürecini hızlandırdı.

Sınıf hareketinin genelinde görülen çok parçalılık, dağınıklık ve şekilsizlik komünist hareketin uluslararası düzeyde yaşadığı problemlerle yoğunlaştı.

Bugün bazı istisnalar dışında uluslararası işçi hareketi yapısal problemler yaşıyor.

21. yüzyılın sınıfsal antagonizmasını yarattığı sınıfın yeniden yapılanma sorunu, bir anlamda 21. yüzyılda komünizmin inşa probleminin cevabı niteliğini taşıyor. Yaşanan problemi bu anlamda palyatif çözümlerle ya da aynı anlama gelecek klasik sendikal müdahalelerle çözmek mümkün değil. Çünkü sınıf hareketinin yeniden yapılanmasından bahsediyorsak, bu komünist hareketin de yeniden yapılanması anlamına gelmektedir.

O zaman öyle bir şey yapmalıyız ki hem bir taraftan sınıfın organik birliğini yaratalım, hem de sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkaralım. Bu anlamda uluslararası sınıf hareketinin yaşadığı temel problem olan ve neo-liberal politikaların da her ülkede odaklandığı sınıf kimliği ve bilincinin deformasyonunu aşmak, önümüzdeki en acil görevdir.

Bilinçteki kırılma ve kimlikteki dejenerasyonun yarattığı en önemli problem, sınıfın eylem gücü ve örgütlenme kapasitesinin zayıflamasıdır. Kısaca bugün dönemsel ya da devrevi yükselişlerin dışında, sınıf hareketi eylem gücü ve örgütlenme kapasitesinde zafiyetler yaşıyor. Gözden kaçan şudur; sınıf kimliği ve bilincinde deformasyon varsa, bu sınıfın örgütlenme ve eylem gücüne de yansır. Sınıfın örgütlenme ve eylem kapasitesi zayıflar. Özce bilinç ve kimlik ile eylem ve örgütlenme arasında diyalektik bir sarmal vardır. Sınıf bilincinin gelişmesi, kimliği geliştirir, bilinç ve kimlikteki şekillenme, eylem gücü ve örgütlenme kapasitesine yansır. Ya da sınıfın eylem ve örgütlenme gücünün gelişkinliği bir başka boyutta kimliğin ve bilincin gelişkinliğinin ifadesidir.

Önümüzdeki temel problem sınıf kimliği ve bilincini yeniden inşa etmektir. Bu inşa süreci sınıfın eylem ve örgütlenme kapasitesinin açığa çıkma sürecidir.

İkinci olarak sınıfın yaşadığı konsantre yabancılaşma sürecine ve nesneleştirilme operasyonlarına karşı, sınıfın onurunu savunmak, muktedir olma gücünü açığa çıkarmak ve özgüvenini yeniden inşa etmek gerekir. Bu da ancak sınıfın 24 saatine müdahale edilmesiyle, gündelik hayatın her boyutunun örgütlenmesiyle ve alternatif toplumsal ilişkilerin yaratılabilmesiyle mümkündür.

Bütün bu çabaların asıl amacı kapitalizme karşı sınıfın yıkıcı gücünü açığa çıkarmaktır. Kapitalizmin nesneler yığını haline getirmeye çalıştığı sınıfı bir yıkıcı güce dönüştürmektir. Devrimcileştirmek ve birleşik siyasal gücünü yaratmaktır.

Taban örgütlenmelerinin devreye girdiği nokta da burasıdır. Çünkü taban örgütlenmeleri sınıfın atomize oluşuna, şekilsizliğine ve yaşadığı her düzeydeki deformasyona karşı “sıradan” bir işçinin devrimci potansiyelini açığa çıkarıp, onu kolektifleştirerek yıkıcı bir güç haline dönüştürür. Sınıfın hem öznel, hem nesnel şekillenmesini yaratır. Sınıfın her katmanı ve kesimi içinde kolayca kurulabilmesi, sınıfın kolektif iradesini yansıtması taban örgütlenmelerinin gücüdür.

Sınıflar mücadelesinin tarihi içinde ortaya çıkan taban örgütlenmeleri, sınıfın özörgütlenmesidir ve sınıflar mücadelesinin zenginliğinin ve yaratıcılığının ürünüdür. Son derece esnek yapısı ve kolay kurulabilme özelliği, sınıfın her kesiminin hızla şekillenmesine yol açacaktır.

Taban örgütlenmeleri sendikalı işçiler arasında sendikal bürokrasiye karşı komiteler ya da grev ve toplusözleşme dönemlerinde sınıfın kolektif iradesini yansıtan grev komiteleri ya da toplusözleşme komiteleri biçiminde ortaya çıkabilir. Güvencesiz işçiler arasında sendikalaşma ya da temel hakları geliştirme komitesi biçimi alabilir. Atölyelerde patrona karşı işçilerin kolektif gücünü açığa çıkaran atölye komitesi şeklinde örgütlenebilir. Birçok işyerinde hak alma ve hakları korumak için işyeri komitesi tarzında yapılanabilir. İşsizler içinde ise işsizlerin kolektif gücünü ve taleplerini ortaya çıkaran işsiz komiteleri şeklinde kendini dışa vurabilir.

Taban örgütlenmeleri her şeyden önce sınıfın kimliğini ve bilincini inşa eden yapılardır. Aynı zamanda mücadele örgütleridir.

Taban örgütlenmelerini kısaca açmamız gerekirse:

1- Taban örgütlenmeleri en başta bir mücadele örgütüdür. Mücadele sınıfın gerçek öğretmenidir. Taban örgütlenmeleri sınıfın yeni haklar alması, haklarını koruması ve geliştirmesi için mücadele eder.

2- Taban örgütlenmeleri sınıf bilincini ve kimliğini yeniden inşa eder. Sınıf bu örgütlenmeler aracılığıyla duruşunu, bakışını, düşünüşünü ve mücadele gücünü besler.

3- Taban örgütlenmeleri sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesini sağlar.

4- Taban örgütlenmeleri neo-liberal politikaların ve tüketim terörünün etkisiyle işçi sınıfının atomize oluşunu ve kültürel dejenerasyonunu engelleyerek, sınıf kardeşliğini örer. Sınıf kardeşliği sınıfın ontolojisidir. Sınıf kardeşliği sınıfın temel karakteri olan enternasyonali inşa eder. Sınıf taban örgütlenmeleri aracılığıyla enternasyonalizmi içselleştirir.

Bu genel belirlemelerin yanında taban örgütlenmelerinin temel işlevlerini şöyle tanımlayabiliriz:

1. Taban örgütlenmeleri en başta sınıfın birlik ruhunu inşa eder. Bugün sınıfın yaşadığı parçalanmışlık ve katmanlaşma, hatta farklılaşma taban örgütlenmeleri aracılığıyla aşılır. Sınıfın kapitalist sisteme karşı kolektif bir güç ve akıl olarak harekete geçmesinin tek kıstası mücadele birliğini yaratmasından geçer. Sınıfın birliği ancak onun örgütlü bir güç olmasıyla mümkündür. Taban örgütlenmeleri sınıfın bir bütün olarak kavrayan, sektör ayrılığını ve yasal sınırları aşan, sınıfın 24 saatini hedefleyen bir örgütlenme tarzıyla hareket eder. İşyerlerini baz alarak, sınıfın hem yaşam alanlarını, hem boş zamanını örgütlemeyi amaçlar. Bu çalışmaların bütünü özünde sınıfın devrimci ve yıkıcı gücünü açığa çıkarır. Çıkarmayı hedefler. Taban örgütlenmeleri sınıfın yaşadığı ideolojik bombardımanlara karşı, hegemonya kurar. Emek ve sermaye çelişkisinin odağı ve bu çelişkinin en yakıcı şekilde hissedildiği yerler olan işyerleri (en küçük atölyeden makro fabrikalara kadar), taban örgütlenmelerinin kurulduğu zeminlerdir. Buradan başlayan faaliyetin boyutları işçinin yaşam alanına (evine, mahallesine, derneğine, sokağına) uzanmalıdır. Ayrıca sınıfın boş zamanı örgütlenmek, alternatif toplumsal ilişkiler yaratmak anlamı taşımaktadır.

2. Taban örgütlenmelerinin en önemli işlevlerinden biri, sıradan bir işçinin yıkıcı ve yaratıcı gücünü açığa çıkarmasıdır. Sınıflar mücadelesi ve eylemin gücü tezgah başında, son derece edilgen, itaatkar bir işçiyi özne haline getirir. Onun ruhundaki isyanı ateşler. İşçiler üretim süreçlerindeki yerlerinden ve sınıfsal antagonizmadan dolayı potansiyel olarak ruhlarında isyan biriktirirler. Eylem ve mücadele sınıfı hem kolektif, hem de tek tek işçiler olarak şekillendirir. Ve ontolojisini yeniden kurar. Sıradan bir işçi kendi otonomisinin ve yıkıcı gücünün farkına varır, emek ve sermaye arasındaki tarafını ve safını daha sarih kavrar. O artık dünkü işçi değildir. Mücadele ve eylem onu yeniden yaratmış, bilinç onu şekillendirmiştir.

3. Taban örgütlenmeleri sınıfın muktedir olma, yapabilme gücünü açığa çıkarır. İşçi sınıfı yapabilme gücünün farkına varmasıyla, muazzam pratikler gerçekleştirir. Kapitalist sistemin temel politikası sınıfı nesneleştirmektir. Böylece sınıf bir yandan itaatkarlaştırılır, öte yandan sistemin yeniden üretilmesinin aracına dönüştürülür. Fakat sınıfın gerçekleştirdiği her pratik onu donandırır, ruhunu besler. Sınıf kendi öz deneyimleriyle özneleşir. Yani yapan, düşünen, müdahale eden bir kimliğe kavuşur. Yapabilme, gerçekleştirebilme gücünün farkına varan bir işçinin önünde hiçbir gücün durması mümkün değildir. Sınıfın muktedir olma gücü, onun devrimci karakterini besler ve açığa çıkarır.

4. Taban örgütlenmeleri sınıfın yaşadığı atomizasyonu aşmasını sağlar. Kapitalist sistem işçi sınıfını atomize ederek, birleşik bir güç olmasını engeller. Sistematik şiddet yanında ideolojik manipülasyonlar ve kültürel operasyonlarla, moral değerleri çökerterek tahakkümünü kurar. Atomize olan sınıf, kendini hiç ve anlamsız hisseder. Yaşadığı çok boyutlu ve çok vektörlü saldırılar karşısında siner, içe kapanır, giderek sinikleşir, rıza gösterir, “küçük adama” dönüşür, karakteri aşınır. Bu sınıfın çürüme sürecidir. Sınıfın bu kombine saldırıyı aşması kendinin hayatı yaratan bir güç olduğunu kavramasıyla mümkündür. İşçi sınıfı hayatı yarattığı gibi; genel grev, halk grevi, genel direniş eylemleriyle hayatı felç edebilir. Sistemi kilitleyebilir. İşçi sınıfı tek başına, bir su damlasına benzer. Aynen onun gibi aparı, tertemiz, zayıf ve güçsüzdür. Sahici bir korku olan işsiz kalmaktan korkar. Sermaye onu sistematik bir atomizasyona tabi tutarak her an kendini tek başına hissetmesini amaçlar. Ve çeşitli aygıtlarla (devletin ideolojik aygıtlarıyla) bu durumu pekiştirir. İşçinin kendini böyle hissetmesi zaten güçsüzlüğünü kabul etmesi ve içselleştirmesidir. Ama sınıfın gerçekleştirdiği kolektif eylemler, genel grevler, genel direnişler yani hayatı durdurma ve kilitlemeler bir sel olma halidir. Ve sel, milyonlarca su damlasının birleşmesinden meydana gelir. Su damlaları, yani işçiler birleşerek atomizasyonu aşar ve bir sel gücüne, yaratıcı yıkıcılığa ulaşır. Sınıfa örgütsüzse bir su damlacığı ve hiçbir şey olmadığı ama örgütlüyse bir sel ve her şey olabileceğini göstermek, anlatmak, kavratmak gerekir. Taban örgütlenmeleri sınıfa kendini anlatan örgütlenmelerdir. Çünkü sınıf kendi öz deneyimlerinden öğrenir ve kavrar.

5. Taban örgütlenmeleri sınıfa şunu gösterir: Onur, ekmekten önemlidir. Onurlu bir işçi zaten her zaman ekmeğini kazanacaktır.

Sermayenin sınıfa yönelik en ciddi saldırılarından biri onu değersizleştirmektir. Değersizleştirme, konsantre bir yabancılaştırma halidir. Sermaye sistematik değersizleştirme taktik ve operasyonlarıyla sınıfın kendini hiç, değersiz, manasız hissetmesine yol açar. Bunu bir yanıyla uyguladığı ekonomik terörle gerçekleştirir. Yani devletin resmi açıklaması olan açlık sınırının altında verdiği ücretle gösterir. Ayrıca iş saatlerinde mekanın düzenlenmesinden, atmosferine, iç ilişkilere kadar sınıfı duygusal ve ruhsal teröre tabi tutar. Sınıfı bir vidaya, makinenin parçasına, şeye, nesneye çevirir. Yabancılaşma, şeyleşme sürecini sistematik olarak derinleştirir.

Kendini değersiz, manasız ve hiç hisseden bir sınıfın devrimci bir kimliğe bürünmesi ve yıkıcı bir güce dönüşmesi mümkün değildir. Sermaye bunu bildiğinden son derece soğukkanlı bir şekilde, tam bir toplum mühendisliği pratiğiyle sınıfı etkisiz bir güce, itaatkar bir yığına dönüştürür. Rıza üretme mekanizmalarıyla yani okul, kışla, fabrika, hapishanelerle ve medya aracılığıyla sınıfı hem ruhsal, hem bedensel, hem de irade olarak esir alır. Felç eder, tabi kılar, itaatkarlaştırır. Bundan dolayı sınıfın değersizleştirilmesine yönelik her adım ve her operasyonun boşa çıkarılması yaşamsal önemdedir. Sınıfın onuru her şeyin üzerinde tutulmalıdır. Kısacası onur mücadelesi ekmek mücadelesinden çok önce gelmelidir. Sınıfın onurunun korunması, sınıf mücadelesinin ana eksenlerinden biri ve en önemlisi olmalıdır.

Taban örgütlenmeleri en başta sınıfa güç, moral ve onur aşılar. Onur mücadelesi sınıfın şekillenmesinin yapıtaşıdır. Başlangıçtır. Her şeyin ilk adımıdır.

6. Taban örgütlenmeleri sınıf bilincini ve kimliğini besler, şekillendirir ve oturtur.

Sermaye hem sistematik şiddet politikaları, hem de neo-liberal politikaların yıkıcı etkileriyle işçi sınıfının kimliğinde ve bilincinde önemli deformasyonlar yarattı. Bilinç ve kimlikteki deformasyon sınıfı etkisizleştirdi, kötürümleştirdi. Sınıf böylece üst kimliğiyle düşünemez ve hareket edemez oldu. Etnik, dini, mezhebi, geleneksel tabiiyetleriyle ya da kimlikleriyle hareket etmeye başladı. Bu bir anlamda savunma, ayakta kalma çabasıydı. Ama aynı zamanda burjuva siyasi güçlerin sınıfı bu temellerden yönlendirdiği ve sisteme entegre ettiği kanallardı. Sınıfın bölündüğü, parçalandığı ve manipüle edildiği alanlardı. Bugün sistem bu konuda son derece başarılı olmuştur.

Yapılması gereken sınıfın üst kimliğini, işçi olma kimliğini inşa etmektir. Çabalarımızın bütünü buna hizmet etmelidir. İşçi olma kimliğinin oluşması sınıfın şekillenmesinin başlangıcıdır. Üst kimliğin oluşması iki antagonist sınıfın saflarının net bir şekilde belirlenmesi anlamına gelir. Çünkü sınıfsal antagonizma içinde tarafın belirsizliği bertaraf olmak demektir.

Taban örgütlenmeleri sınıfın bugün yaşadığı temel problem olan bilinç ve kimliğin deformasyonunun aşılmasını sağlar. Üst kimliği inşa eder, besler ve geliştirir. Sınıf bu noktaya ulaşmasıyla mücadele gücünü ve örgütlenme kapasitesini artırır. Kimlik gelişmemiş, bilinç oturmamışsa zaten sınıfın eylem gücü ve örgütlenme kapasitesi zayıftır. Eğer bilinç ve kimlik gelişmişse bu bir anlamda eylem gücü ve örgütlenme kapasitesinin gelişmesi demektir. Bu diyalektik bir sarmaldır. Taban örgütlenmeleri bu diyalektik bağı gören ve faaliyetlerini bunun üzerinden sürdüren, sınıfın tarihsel pratikleridir.

Taban örgütlenmeleri bu özellikleriyle sınıfın yeniden yapılanmasının yapıtaşıdır.

Bugünün temel sorunu sınıfın bütün katmanlarının organik birliğini sağlayacak sınıfın yıkıcı ve devrimci gücünü açığa çıkaracak bir örgütlülüğü yaratmaktır. Klasik sendikal örgütlenme formu sınıfın yaşadığı parçalanmışlığa cevap vermekten öte parçalanmışlığı artıran, statükoyu koruyan bir niteliğe sahiptir.

Yapılması gereken sınıfı (ülke ölçeğinde) emek odağı etrafında örgütlemektir. Emek odağı, sınıfın farklı katmanlarının birleştiği, hukuki mevzuatları aşan, salt toplusözleşme hakkına sahip olanlar değil, sınıfın her kesimini kendi özgün sorunları etrafında örgütleyen, güncel mücadeleyle genel mücadele arasında diyalektik bağ kuran bir yapıdır. Sendikalı, sendikasız, güvencesiz, sokak işçisi, marjinal sektörde çalışan entelektüel işçi ve işsizlerin mücadelesini ortaklaştıran, aynı mecrada toplayan bir örgütlenmedir. Sınıfın tüm katmanlarını tek bir yumruğa dönüştüren, kolektif bir güç haline getiren bir yapıdır.

Taban örgütlenmelerinin devreye girdiği nokta da burasıdır. Taban örgütlenmeleri sınıfın her kesimini, kendi özgün sorunlarından hareketle örgütleyen ve emek odağının yaratılmasının zemini ören bir içeriğe sahiptir. Sorun sınıfın her kesiminin öznel ve nesnel şekillenmesidir. Emek odağıyla taban örgütlenmeleri arasında bir iç içe geçmişlik, birbirini tamamlayan ve birbirini üreten bir içerik vardır. En küçük atölyeden makro fabrikaya, sokakta çalışandan evde çalışana, işsizlere kadar her alanda kolayca kurulabilen taban örgütlenmeleri sınıfa şunu gösterir: “Örgütlüysen her şeysin, örgütsüzsen hiçbir şey”.

Emek odağı hiçbir sektör ve kesim gözetmeden, yasal mevzuatları aşan, fiili örgütlenme ve mücadeleyi hayata geçiren bir içerikte hareket eder. Çekirdek işgücünü, son derece katmanlı bir yapıya sahip çevre işgücünü, işsizleri kendi etrafında örgütler, koordine ve mobilize eder ve yıkıcı gücünü açığa çıkarır. Ancak böylesi bir odak, sınıfın 24 saatini kapsayan, sınıfın çalışma alanını, yaşam alanını ve boş zamanını hedefleyen bir örgütlenmeyi yaratabilir. Bu örgütlenmeye total örgütlenme adını da verebiliriz. İşyerlerini esas alan bu örgütlenme, yaşam alanı ve boş zaman arasındaki bütünlüğü kurar. İngiliz işçi sınıfı tarihi üzerine yaptığı çalışmalardan tanıdığımız E. P. Thompson’un dediği gibi “her imalathane (işyeri) siyasal başkaldırının potansiyel bir merkezidir” ya da emekle sermaye arasındaki antagonizmanın odağıdır.

Kapitalizmin gündelik hayatı bütünüyle kuşatmasını ve ideolojik hegemonyasını kırmak, karşı hegemonyanın kurulması ve alternatif toplumsal ilişkilerin yaratılmasıyla mümkündür. Bundan dolayı örgütlenme çalışma alanı esaslı yürütülerek, yaşam alanına ve boş zamana yönelmelidir. Sınıfın 7 günü ve 24 saati ya da 7/24 taktiği temel örgütlenme yöntemi olarak devreye sokulmalıdır.

Taban örgütlenmeleri esnekliği, kolay kurulabilme özelliği, hızla nüfuz edebilme kabiliyeti ve sınıfın tüm kesimlerini kavrayabilme niteliğiyle bu çalışmalar realize edilebilir. Bir yapıtaşı işlevi görerek, emek odağının yaratılmasını sağlayabilir.

Sınıfın öncüsü komünist parti ideolojik-politik önderliğiyle bu sürecin bütününün rotasını belirler. Sürece yön verir, yönlendirir. Sınıfın yeniden yapılanması bir anlamda öncünün de yeniden yapılanmasıdır. Öncü bu yeniden yapılanma sürecinde sınıfın yıkıcı ve devrimci gücünü açığa çıkarandır.

Gelecek işçi sınıfınındır. Gelecek komünizmdir.

Dipnotlar:

(1)SSCB ile ABD arasında 1945 sonrası oluşan makro denge ve Soğuk Savaş döneminde askeri gücünü ve politik etki alanını genişletmeye çalışan ABD’nin politikaları, fordist düzenlemeleri yaratan faktörler olarak öne çıktı.

(2)Daha önce kullanılan Taylorist model aletin kullanıldığı bir sistemdir. Aletin bir insan tarafından kullanılması, üretimin insan becerisine bağımlı olmasına yol açıyordu. Bu da üretimin işçinin tavrı ve tepkisinden etkilenmesine neden olmaktaydı. Ama fordizmde esas olan makinenin mantığı ve makinenin nesnelliğiydi.

(3)Türkiye işçi sınıfının ana gövdesini emek-yoğun ve hizmet sektöründe çalışan çevre işgücü oluşturmaktadır. Ayrıca kadın, çocuk, genç işçiler çevre işgücü içinde yer alırken, ağırlıkları da artmaktadır. Benzer gelişmeleri aynı kapitalist gelişme düzeyindeki sömürge ülkeler için de söyleyebiliriz.

(4)Sömürge ülkelerinin birçoğunda, örneğin Latin Amerika ve Türkiye’de olduğu gibi askeri darbeler sonucu ya da faşist diktatörlükler aracılığıyla neo-liberal politikalar radikal bir şekilde hayata geçirildi.

(Bu yazı aynı başlık altında 18-20 Haziran 2008’de Hong Kong’da yapılan ILPS’nin 3. Kongre’sine tebliğ olarak sunulmuştur….)

kaynak:http://www.kizilbayrak.net/makaleler-yazarlar/haber/arsiv/2008/06/30/artikel/170/uluslararasi-is.html

Hiç yorum yok: